2 Kasım 2010 Salı

Eksen değil, istikamet - Yasemin Çongar

YA DA 19.10.2010


Yasemin Çongar

Eksen değil, istikamet


Türkiye’nin dış politikasını değerlendirirken “eksen” kavramını kullanmak; “Eksen kaydı mı, kayıyor mu, kayabilir mi” diye tartışmak moda oldu. Ben bunun yanlış bir kavram tercihi olduğunu düşünüyorum. Zira “eksen,” matematiksel kökeni itibariyle durağan, Kartezyen bir kavram; esasen ima ettiği şey bir çizgi... Belirli bir eksenin etrafında dönen bir cismin hareketi de, son tahlilde, yine değişmez bir durumu, bir durağanlığı ifade ediyor.



Oysa Türkiye’nin dünyaya eklemlenmesi, bugün artık küreselleşmenin de sunduğu imkânlarla, tek çizgiye sığmayacak kadar çok yönlü bir süreç. Öte yandan, bu sürecin tabii ki bir “ana kulvarı” var ve onu da, “eksen” yerine, “istikamet” ya da “rota” gibi kavramlarla tarif etmek bence daha doğru. Çünkü bu kavramlar, eksenden çok daha kuvvetli biçimde, hem bir yönü hem de, daha önemlisi, bir hareketi işaret ediyorlar. Türkiye gibi demokratikleşmesini de, dünyaya entegrasyonunu da tamamlayamamış bir ülke için elzem olan da bu “hareket” zaten.



İstikameti tescil eden şey, o istikamet doğrultusunda ilerlemektir. Rota da, ancak o rotada seyrettiğiniz zaman anlam taşıyan bir kavramdır; bir yerde demirleyip durduğunuzda değil. Türkiye’de demokrasinin mevcut zaaflarını ve “dünyalılığımızın” her şeye rağmen hâlâ güdük kaldığını düşününce, “Batı” ekseninde dönüp durmakla yetinebilecek bir durumda olmadığımız anlaşılıyor zaten. Bir istikamete, rotaya ihtiyacı var bu ülkenin...



Tabii, bu cümleye, “İstikamet belli; rotamız Avrupa Birliği” diye tepki gösterenler olacaktır; onlara bir yere kadar katılıyorum... Evet, bence de Türkiye’nin hedefi Kopenhag kriterlerinin benimsenmesidir. Amaç, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmeyen bir yargı düzenine ve Lizbon Antlaşması’nın belirlediği ortak davranma kurallarına uygun bir siyasi ve sosyal yapılanmaya kavuşmaktır. Ama bu hedeflerin “bir istikamet, bir rota” olduğunu söyleyebilmek için, o hedeflere dönük somut ve kararlı bir hareketten, bir ilerlemeden söz edebilmemiz de gerekiyor bence.



Avrupa Birliği, Türkiye’nin 2010 İlerleme Raporu’nu 9 kasımda açıklayacak. Bu raporda, AKP hükümetinin öncülüğünde gerçekleşen ve referandumda onaylanarak yürürlüğe giren Anayasa değişikliklerinden “olumlu bir gelişme” olarak söz edilecek. Yani, Anayasa değişiklik paketi, Ankara’nın Avrupa “istikametini” teyit ve tescil eden bir adım Brüksel nezdinde... Ama o kadar. 2010 İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin tam üyelik hedefine doğru ilerlediğini gösteren başka somut kayıtlar olmasını, ben kendi hesabıma, beklemiyorum.



Mülkiye’de öğretim üyesi olan Prof. Aykut Çelebi’nin Akşam’dan Süreyya Üstünel’e çok iyi anlattığı gibi, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkisi, hâlihazırda karşılıklı olarak ağırdan alınıyor; Brüksel’in de Ankara’nın da işine gelen bir “pata durum” bu. Bir yandan, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik ilgi kaybı var; diğer yandan, AKP’de, simgesel başlangıcını 2005 Leyla Şahin Kararı’na kadar götürebileceğimiz bir Avrupa soğukluğu.



Prof. Çelebi’nin Akşam’a söylediklerini okumanızı tavsiye ederim. Zira hem AKP’nin olumlu çabalarının hem Kılıçdaroğlu’nun söylem değişikliğinin hakkını veriyor ama daha önemlisi, “Türkiye ile Avrupa Birliği’nin tam üyelik müzakerelerinin değil 2013’te, hiçbir zaman tamamlanmayacak bir yöne doğru gidiyor olabileceğini” açıkça anlatıyor. Tabii, tıkanıklığın asıl nedenine işaret etmekten de geri durmuyor: “Çok iyi biliniyor ki bu donmuş ilişkiyi açmanın yolu Güney Kıbrıs’ı tanımak...” Sonra yine aynı tonda ekliyor: “Limanları Rumlara açmak, benzer olarak Kürt sorunu... İkisini aynı anda yapmak bir muhafazakâr partinin kendi tabanı açısından asla kaldırabileceği bir şey değil.”



Çelebi haklı; Türkiye’nin limanlarını Rum gemilerine açması, Avrupa Birliği istikametinde ilerlememiz için “olmazsa olmaz” koşul. Nitekim İlerleme Raporu’nda da, “Limanlar bir an önce açılmazsa, üyelik müzakereleri durma noktasına gelebilir” denmesi şaşırtıcı olmaz.



Bu adımı atmanın AKP açısından zorluğuna gelince... Ne yazık ki, Türkiye’nin 1997’de aldığı “limanları kapatma” kararından vazgeçmesini kolaylaştıracak adımlar gelmiyor Avrupa’dan... Brüksel’den, bu ambargonun artık gerekli olmadığını seçmene anlatabilmesi için AKP’nin elini güçlendirecek bir “Kuzey Kıbrıs açılımı” beklemek boş.



İş, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifinin, bir tür niyet beyanı olarak, ucu açık bir süreçte, zaman içinde buharlaşıp gitmesini istemeyen çevrelere düşüyor; yani iş, derdi “eksen” değil, demokratik bir “istikamet,” dolayısıyla da “ilerleme” olanlara düşüyor.



Demokratlar, Avrupa Birliği konusunda seslerini yükseltmeliler. AKP hükümetini, limanların Rum gemilerine açılması dâhil olmak üzere, Avrupa Birliği ile müzakereleri hızlandırmak için üzerine düşeni yapmaya zorlamalıyız. Aksi halde, Sarıkız ve Ayışığı gibi, Kıbrıs’ta (ve Türkiye’de) statükoyu koruma gayesinden mülhem darbe planları bir yönüyle başarıya ulaşır. Ya da yine Aykut Çelebi’nin çok güzel söylediği üzere, “tıpkı Avrupalı muhafazakârlar gibi bir tür ‘imtiyazlı ortaklık’ peşindeki bizim ulusalcılar”ın istediği şey gerçekleşir.



Ortalıkta, “Avrupa iyi, hoş, modern, ileri... Ama Avrupa’nın demokratik kriterleri bize uymaz. Ulusal egemenliğimizi devredemeyiz” benzeri terennümlerle gezinen ulusalcılara kulak verin; çoğunun “Eksen kayması var” diye tutturduğunu göreceksiniz. Ama bu cenahtan, “Avrupa Birliği istikametinde gerçek bir ilerleme” talebi beklemeyin. Zira onlar, Avrupalı muhafazakârların Türkiye’yi sıkıştırdığı yerden memnunlar, müzakerelerin donup kalması işlerine geliyor. Bu sıkışmanın, bu donmanın karşısına çıkma görevi de, AKP’ye soldan muhalefet edebilecek, milliyetçilikten arınmış, Avrupa Birliği standartlarında bir demokrasi olmayı gerçekten isteyenlere kalıyor haliyle.



ycongar@mac.com

Hiç yorum yok: