05.10.2010
Ne zamandır insanın halleri üzerine yazmak vardı aklımda: İnsanın aşık hali, kıskanç hali, taraftar, militan, inançlı, mümin hali, münkir, inançsız, tanrısız hali, muktedir ya da mağdur, zalim ya da mazlum, hain ya da kahraman, vb. halleri... Etten kemikten olup da sadece maddeden ibaret olmaya isyan eden; yaşamını açıklamak ve anlamlandırmak için tanrı arayışına giren, inançlar peşinde koşan; öleceğini bilip de ölümsüzlüğü arayan şu insan denen karmaşık varlık bütün bu hallerin bir toplamı değil mi?
İnsanın zalimliğinin simgesi olan “işkenceci” hali, şu günlerde Hanefi Avcı vakası nedeniyle aklımı kurcalar oldu. Avcı’nın kişiliği, çoğunlukla erdemli ve olumlu yanlarıyla anlatılırken, üzerinde en az durulan, hatta geçiştirilen onun bir zamanlarki işkenceci kimliğiydi. Medyanın da gayretleriyle adamcağızın mahremine girildi; eş hali, sevgili hali sergilendi, özel hayatı didik didik edildi, ama geçmişinin parçası olan işkenceci hali es geçildi.
Hanefi Avcı’nın yanında saf tutarak onun masumiyetini (ki ben de suçlandığı örgüt bağlantısını inandırıcı bulmuyorum), karşısına aldığı “cemaat”in komplosuna kurban gittiğini (ki işin bir yanı da bu olabilir pekâlâ), namuslu ve cesur bir devlet görevlisi, güvenilir bir istihbaratçı olduğunu (benden söylemesi, siz siz olun istihbaratçılarla muhbirlerin en iyisine de güvenmeyin), Susurluk sırasında karanlık ilişkileri ortaya çıkarmaya çalışırken susturulduğunu, üzerinde şaibe olmadığını ve olamayacağını inanarak ve inandırarak savunanlar, Avcı’nın kimliğinin, kişiliğinin bu yanına hiç değinmediler, ya da işkence ettiği kişilerden özür dilediğini söyleyerek onun erdemlerine bir erdem daha kattılar. Hanefi Avcı’yı karalamaya baştan niyetli, onun suçluluğuna yargıdan çok önce peşinen hükmetmiş cemaat veya siyaset erbabının, karşı cephede saf tutmuş olanların tavrı daha da ilgiçti. Dikkatleri onun özel hayatına, duygusal ilişkilerine çekiyorlardı (ki ayıp, vicdansız ve haksız). Aleyhinde olabilecek, kuşku doğuracak delilleri öne çıkarıyorlardı (ki basına yansıdığı kadarıyla bunlar pek de az değil). Hele de kitabında, ucunun Ergenekon sanıklarından bazılarına dayandığı artık kamuoyu vicdanında tartışmasız hale gelmiş Hrant Dink suikasti, Danıştay cinayeti, vb. apaçık derin cinayetleri sıradan adli olaylar gibi göstermesini güvenilmezliğine ve “müfteriliğine” kanıt olarak sunuyorlardı. Avcı’nın işkenceci geçmişinin onlar için de önemi yoktu.
Konuya kötüyle iyiyi, hayır ile şerri, erdem ile melaneti varlığında birarada bulunduran insan açısından yaklaşmayı yeğliyorum ben: Yani siyasetin ve siyasi ideolojik cephe savaşlarının ötesinde, insan ve vicdan ölçütleriyle. O zaman da Hanefi Avcı olayında işkenceci geçmiş beni çok ilgilendiriyor, bir çeşit anahtar işlevi görüyor.
İnsan canını sıkan, kendisine engel olan, tehdit eden, huzurunu bozan varlıklardan kurtulmaya çalışır. Bunun en uç şekli öldürmektir. Yemeğinize dadanan sineği öldürmekten, bahçenize dadanan ineği vurmaktan, kurtulmaya çalıştığınız kişiyi öldürmeye kadar giden duygu ve fiil hep aynıdır: Yok ederek kurtulmak isteği... En eski ahlak normları derlemesi sayılabilecek On Emir’in ilk maddesi, “öldürmeyeceksin”dir. En büyük suç ve günah bu. Ama öldürme fiilini haklı görmek asla değil, ama açıklayabilmek yine de mümkün. İşkence ise büsbütün farklı, açıklanması daha zor; sadece insanın vahşi doğasının ve ötekine acı çektirme iğrençliğinin yansıması olan bir edim. Çünkü ister hasta ruhlu olsun, isterse işkenceyi -ama devlet, ama örgüt-, kendi dışında bir yapının emriyle ya da o yapıyı korumak için uygulasın, işkencecinin icraatı, -insan veya hayvan- canlıya acı vermeye, onu hem beden hem ruh olarak çökertmeye, aşağılamaya yöneliktir. Kendi yaşamının tehdit altında olması, kendini korumak ya da kurtulmakla ilgili değildir işkence.
İnsanın hallerinden işkencecilik, uygulayan kişinin bütün varlığını, kendisi bile fark etmeden teslim alır. İşkence seansından çıkıp evine gittiğinde çocuklarına, eşine, sevgilisine en müşfik şekilde sarılabilir; işkencecilik görevi dışında dünyanın en efendi, en yufka yürekli insanı olabilir. Ama o kendine bile itiraf etmeden kendindeki bozulmayı, çürümeyi, kötülüğü bilir içten içe.
İnsanın hallerinden işkenceciliğin nasıl bir psikoloji olduğunu işkence görmüş olanlar iyi bilir. 12 Mart’ta, işkence bittikten sonra askeri ciple tutuklu kaldığım Yıldırım Bölge’ye götürülürken, işkenceye katılmış olan rutbeli subay sanki o rezillikler hiç olmamış gibi “ayakların üşüyor mu?” diye neredeyse şefkatle sormuştu bana. Görevinin (!) bittiğini düşünüyordu. Evine gidecek, rahatlayacaktı. Daha o zaman düşünmeye başlamıştım işkencecinin ruh halini, sonraları da epeyce düşündüm, okudum bu konuda. Bir tek şey biliyorum: İşkence ettiği kişilerden yıllar sonra özür dileyen, özrün de ötesinde sıkı fıkı dost olan kişi, ne kadar istese içindeki işkenceciyi silemez.
Geçmişi kadar nedameti de bünyesinde yeni tutarsızlıklar, ruh halinde dalgalanmalar, gelgitler, aşırılıklar, vehimler doğurmaktan başka işe yaramaz. İşkencecinin sonradan kurbanlarından özür dilemesinin gerçek bir ruhsal arınmaya varabilmesi için, özrün tek tek kurbanlardan değil, işkencenin varlığı açıklanarak bütün toplumdan dilenmesi gerekir. Böyle bir durumda işkenceciye hak ettiği ağır ceza eğer devlet ve hukuk tarafından verilmiyorsa, kamu vicdanında ve kendi vicdanında temizlenmek için kabuğuna çekilip arınmaya çalışarak bir köşede kendini unutturması beklenir.
Toplum işkenceyi ve işkencecilerin varlığını doğal hatta gerekli kabul ettikçe, işkenceci bundan güç alır, kendi kendini haklı çıkarır, kurbanlarıyla dostluk kurmayı da bir çeşit özür dileme sayar. İşkencecinin özrü gibi kurbanının bu özrü kabulü de, karşılıklı yarar ve karışık ilişkileri beraberinde getirir.
İşkenceciliğin sağı solu, dindarı Allahsızı, devlet memuru cemaat mensubu olmaz. Yaşadığımız, bildiğimiz bir örnek vermek için; Emniyet Teşkilatı’nın ve polisin sağcılar-solcular olarak bölündüğü 70’li yıllarda Ülkücü ağırlıklı sağcı, dinci Pol-Bir’li polislerle devrimci, solcu Pol-Der’li polislerin 12 Eylül’e doğru giden süreçte ve 12 Eylül’de yaptıkları kötü muamele ve işkencenin birbirinden kalır yeri olmadığını hatırlatmakla yetineyim. “Adamı veya kadını nasıl haşat ettiklerini” kendi takımlarından olanlara övüne övüne anlattıkları sır değildir.
İnsanın hallerini anlamaya çalışırken, şu günlerde çok gündemde olan Hanefi Avcı vakası özelinde “işkencecilik” hali epeyce öğretici oluyor. Hem de sadece insanın bir hali olarak değil, toplumumuzun hali olarak da. Bu vakada çözemediğimiz pek çok noktayı bu hal üzerinden düşünmek açıklayıcı olabilir. Ama bence daha da önemlisi, toplumumuzun hastalıklarından olan işkenceyi hoş görmek hatta işkencecisini sevmek hali. Öyle ki, insanın en güzel ve affedilebilir olan aşık hali magazin malzemesi, suçlama veya koruma nedeni olurken, ne Avcı yanında saf tutanlar ne karşı cephede yer alanlar onun geçmişinin ayrılmaz parçası olan işkenceciliğini önemsiyorlar.
Kimilerinin Avcı’ya verdikleri açık destek; “Madem ki benim cepheye malzeme sağlıyorsun, benim tarafımı güçlendiriyorsun, işkenceciliğini de affedebilirim, sessizlikle geçiştirebilirim, sen “benim işkencecimsin” tavrı olarak yansıyor. Şu sıradaki en vahim toplumsal hastalığımız olan: ahlak ve vicdan ölçüsü yerine siyasi-ideolojik cepheye mensubiyet ölçüsü kullanmanın yeni bir tezahürü.
Hepimiz kendimize şu soruyu sorarak başlasak derim ben: İnsan ya da hayvan, bir canlıya işkence yapabilir miyim? Kendi hesabıma ben en büyük düşmanımın bile kılına dokunamam, ona acı vermeyi göze alamam, cesaret edemem.
İkinci soru: Her kime olursa olsun işkence uygulamış biriyle dostluk ve güven bağı kurabilir miyim? Benim cevabım yine hayır. Başkalarının cevabı farklı olabilir tabii. Son zamanlarda geçerli olan riyakâr deyişle: Onlara da saygımız var efendim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder