9 Aralık 2010 Perşembe

Oya Baydar - Özgürlüğün sınırları

19.10.2010

Tanımlanması, kavranması, içselleştirilmesi ve yaşanması en zor kavramlardan biridir özgürlük. Kendi özgür iradesiyle doğmayan; ana babasını, doğum yerini, doğum tarihini kendisi seçmeyen insanoğlunun özgürlükleri, daha doğduğu aile ortamından başlayarak, toplumsal çevre tarafından sınırlanır. Sadece sınırlanmakla da kalmaz, belli inanç, düşünce ve davranış kalıpları konularak, çoğu zaman insan farkında bile olmadan, özgür iradesi ve düşüncesi toplum tarafından teslim alınır. Bu anlamda, “özgürlük” felsefenin en çetrefilli konularından biridir.



Mutlak özgürlük yoktur, kazanılan veya hazır bulunan nisbi özgürlüklerden söz etmek belki daha gerçekçi olur. İnsanın yaşamı, bir yönüyle de özgürlüğünün sınırlarını genişleterek kendini yeniden yaratma çabasıdır. Kimileri bu güce ve olanağa diğerlerinden daha fazla sahiptir; kimileri başarısız kalır, koşullarına ve sınırlarına rıza gösterir, o sınırları koyan güce biat ve itaat eder.



Toplumsal - ahlaki kurallar, dinler, cemaatler, devletler, ideolojik ve siyasal örgütlenmeler özgürlüklerin sınırlarını çizen yapılardır. Özellikle de örgütlü din ve devlet kurumlarının varlık nedeni budur zaten: İnsanları belli kurallar çerçevesinde zaptı rapt altına almak, böylece de düzeni korumak. Çünkü bireyin özgürlüğü ve özgürlüklerini genişletme çabası başkalarının, yani öteki bireylerin özgürlük sınırlarını zorlamaya başlayınca düzenler tehlikeye girer. Tehlikeye giren sadece düzen değil, aynı zamanda uhrevî/dinî veya dünyevî/siyasaî muktedirlerin iktidarlarıdır. İşte bu yüzden, insanın özgürlemeşme çabaları bir yandan Allah korkusu (dinler) öte yandan siyasal baskılarla (devlet) engellenmeye, mümkünse yok edilmeye çalışılır.



Dinsel öğretiler, cemaatler, tarikatler insanın düşüncesini ve kişiliğini özgürleştirme çabalarının önüne aşılması zor, çoğu zaman neredeyse olanaksız engeller koyarlar. Çünkü güçlerini tanrısal bir otoriteye dayandırdıklarından, tartışılmaz ve aşılmazdırlar. Varolmaya, yaşamına bir anlam kazandırmaya ve ölüm fikriyle baş etmeye çabalayan insanın, zaten yeterince trajik olan kaderini yumuşatmak için ihtiyaç duyduğu inanç alanı onların tekelindedir. İnanç alanı kendi işleyişine sahip, “akıl”la nüfuz edilemeyecek ve tartışılamayacak ayrı bir kategoridir. “Neden inanıyorsun?” sorusunun cevabı akılla verilemez; verilebileceğinin sanıldığı noktada ateizme, agnostisizme, vb, varılması kaçınılmazdır. Eleştirel aklın, kendi sınırlarına dayandığı noktadır bu.



Özgürlük kavramı, dini inanç alanının sınırları içinde ancak teolojik boyutlarda tartışılabilir. Çünkü mümin kendi özgürlüğünü, mutlak özgürlük olarak kabul ettiği, ya da ona böyle kabul ettirilen yüce Allah’a ve inancının aracısı olan kurum ve aracı kullara (tarikatler, cemaatler) delege etmiştir. Bu noktada tek ve büyük özgürlüğünüz; inanmama özgürlüğüdür ki, elde edilmesi imkânsız olmasa da zordur. Doğduğunuz, yetiştiğiniz toplumsal ortam sizi daha en baştan belirleyecektir. O belirlemeyi, ister inanma isterse inanmama yönünde aşmak, zorlu ve travmatik bir iç mücadele gerektirecektir.



Felsefi anlamda ve inanç boyutuyla irdelenmesi epeyce güç olan, beni de bu köşeyi de aşan özgürlük kavramının, bir de siyasal boyutu var hepinizin bildiği gibi. Kavga gürültüyü de zaten o boyut üzerinden koparıyoruz, çünkü gündelik yaşam ve siyasetle iç içe, aklımızın görece daha kolay erdiği, söz söyleme ve tutum almanın çok daha kolay olduğu bir alan bu.



•••••••



Dümdüz söyleyecek yerde lafı neden böyle uzattığıma gelince; özgürlük ve özgürleşme gibi, insanın binlerce yıllık insan olma macerasının temelindeki bir sorunsalı gündelik siyasetin, günü birlik polemiklerin dar ve kısır çizgileri içine hapsettikçe çözümsüzlüğü körüklediğimizi anlatmak istiyorum da ondan...



Şu günlerde çok tartışılan zorunlu din dersleri ve örtünme özgürlüğü üzerine düşünürken, insanlığın onbinlerce yıllık insan olma ve kendini aşma macerası karşısında; tartışmalarımızın, kapışma ve kamplaşmalarımızın ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Böyle biraz daha geniş bir açıdan bakabildiğimizde, siyasal-toplumsal özgürlüklere biraz daha soğukkanlı yaklaşmak mümkün olabilir belki.



Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük, farklı düşünenlerin özgürlüğüdür,” sözünü hatırlayalım. Yani, iktidardan ve onun belirlediği egemen ideoloji ve fikirlerden farklı düşünen, farklı olan, azınlığın azınlığı da olsa kendisiyle muktedirler arasına mesafe koyan, onlar gibi düşünmeyen ve onlar gibi yaşamayanların özgürlüğü. Bunun dışındaki özgürlük anlayışları ve nutukları, sadece çoğunluk haklarına dayanan bir sandık demokrasisi anlayışından ibarettir ve sınırları egemen ideoloji ve yapılar tarafından çizildiği için de özgürleştirme değil, sınır çizmedir.



Din gibi, insanın inanç alanında kalan ve devletin olumlu, olumsuz, destek, köstek, hiçbir şekilde müdahil olmaması gereken bir alanda, hele de Türkiye gibi çeşitli din, mezhep, inanç ve kimliklerden insanların yaşadığı bir ülkede, okullarda din dersinin zorunlu olması, bir özgürlük ihlalidir. Konunun Alevilikle, Sünnilikle, diğer mezheplerle de bir ilişkisi yoktur. Bu, tartışılması bile abes bir demokrasi sorunudur. Bırakın, çocuklarına dinlerini öğretmek isteyenler bunu istedikleri gibi, kendileri yapsınlar. Devlet burada ancak kolaylaştırıcı ve çocukların ruh ve beden sağlıklarını koruyucu bir işleve sahip olabilir.



Aynı açıdan bakarak, gelelim kadınların örtünmesine ya da güncel konu olan kızlarımızın üniversitelerdeki türban sorununa... İster inançla, ister siyasal amaçla, isterse sadece kendi bildiği bir başka tercihle olsun, kadınların kılık kıyafetine, başının örtüsüne, eteğinin boyuna karışmayalım. Binlerce yıllık erkek egemenliği, erkek iktidarı zaten karışmış karışacağı kadar. Örtünmeyi de açılmayı da emredenlerin, bugün de örtünme ya da açılma konusunda kural koymaya çalışanların hep erkekler olduğunu hiç unutmayalım. Tanrının bütün tek tanrılı dinlerde “baba”, peygamberlerin de erkek olması rastlantı değildir. Kadının eril iktidarca zaten sınırlanmış özgürlüğü, bir kez daha tartışma konusu yapılmamalı bence. Bırakalım isteyen başını örtsün, isteyen bacağını açsın.



Özgürlüğün toplumsal sınırı, başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Birinin başörtüsü benim giyimimi tehdit etmedikçe, birinin inancını istediği gibi yaşaması benim yaşamıma tecavüz ve tehdit oluşturmadıkça, birinin kutsalı benim değerlerimi çiğnemedikçe kimseye karışmaya hak görmem kendimde. Ötekinin tarzının, giyiminin, değerinin hoşuma gidip gitmemesi, doğru bulup bulmamam apayrı bir konudur. Benim doğrularım kadar başkalarının kendi doğruları da saygıya değer; benim özgürlüğüm kadar başkalarının özgürlüğü de korunmalı ve geliştirilmelidir. Özgürlüğüm tehdit edildiğinde nasıl sonuna kadar mücadele edersem, başkalarının özgürlükleri için de aynı kararlılıkla mücadele etmeyi ahlaki değer olarak benimserim. Özgürlüklerimin kısıtlanmasına karşı olduğum gibi başkalarının özgürlüklerinin kısıtlanmasına da karşı çıkabildiğim zaman, kendimi biraz daha özgür hissederim. Çünkü herkesin daha özgür olması benim özgürlüğümün de güvencesidir.



Zaten daha doğuştan özgürlük özürlü olan şu insanların bir de din, ahlak, ideoloji, siyaset zaptiyelerinden çektiklerine bakın! İyi bakarsanız, derinine dalarsanız bütün yasakların temelinde iktidar odaklarını ve iktidar mücadelesini göreceksiniz. Bireyin özgürlüklerini ve özgürleşme mücadelesini kısıtlayan dünyevi ve uhrevi muktedirlerin derdi kendi ideolojik, ekonomik, siyasal iktidarlarını korumak ve perçinlemektir. Gerisi işin süsü püsüdür ancak.

Hiç yorum yok: