YA DA 24.09.2010
Yasemin Çongar
Eylemsizlik, sivilleşme, çözüm
Evet’in hasadı başladı. Referandumda alınan yüzde 58’lik sonuç, Anayasa değişiklikleriyle vesayet sistemini delmenin yanı sıra, “yüzleşme” ve “barış” için elverişli bir siyasi ortamın oluşmasını sağladı. Bir bakıma, Başbakan’ın dediği oldu ve seçmen oylarıyla bir kapıyı açtı. O kapı, hem yeni Anayasa’ya giden yola çıkardı bizi, hem de Türkiye’nin en “derin” meseleleriyle yüzleşip en büyük derdine derman bulabilmek için yeni bir enerji sağladı.
Turgut Özal suikastı ile Eşref Bitlis’in şüpheli ölümünün bunca yıl sonra yeniden soruşturma konusu yapılması, bana göre basit tesadüflerin, rastgele demeçlerin bir sonucu değil... Bu dosyalar raftan iniyor, çünkü Türkiye’de değişimi talep eden birikim, 2000’li yıllarda yoğunlaşan Ergenekon soruşturmasını, on-yirmi yıl daha geriye taşıyıp, bir tür “proto-Ergenekon” (ilk Ergenekon) hesaplaşması başlatabilecek güçte artık.
Bu, sadece 12 Eylül darbesiyle değil, 28 Şubat’la da hesaplaşmak, sadece Özal’a yönelik başarısız suikasta değil, belki Özal’ın “şüpheli” ölümüne de yeniden bakmak; ve en önemlisi de, Türkiye’deki otuz yıllık “kirli” savaşın şikelerini, karanlık işbirliklerini, barış çabasının her defasında nasıl sabote edildiğini, kısacası bütün bir JİTEM tarihini ortaya çıkarmak için bir fırsattır. Yüzde 58’lik ‘evet,’ siyaset kurumu ve yargı içindeki demokrat aktörlerin, bu fırsatı kullanmalarını kolaylaştırdı.
Referandum, bir yandan “derin” bir yüzleşme için ortam hazırlarken, bir yandan da, siyaseti Kürt sorununda çözüm için gerekli cesur girişimlere amade kıldı. Erdoğan hükümetinin savaşı bitirecek adımları atması bugün, 12 Eylül 2010 öncesinde olduğundan çok daha kolay.
Nitekim dün Ankara’da Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Selahattin Demirtaş ve diğer BDP yöneticileriyle görüşmesinden, karşılıklı olarak “çözüm mümkün” mesajı çıktı.
Bu görüşme sonrasında, uzun siyasi geçmişinin belki de en makul konuşmasını yapan Çiçek, barış arayışını gölgeleyecek hiçbir telaffuzda bulunmadı. Dahası, Hakkâri’nin Geçitli Köyü’nde dokuz can alan mayınlı saldırı ardından Ankara’dan gelen “acul“ açıklamaların aksine, Çiçek, ihtiyat payı bıraktı, PKK’yı suçlamak yerine, “kim yapmış olursa olsun” sözleriyle, bu saldırının daha “derin” bir nitelik taşıyabileceğini kavramış göründü.
Bugün, Aysel Tuğluk İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşecek. Ardından Başbakan Erdoğan’ın, “eski milletvekili” sıfatıyla Ahmet Türk’le konuşması bekleniyor. Bunlar, Kürt sorununda “çözüm” için gerekli, doğru adımlar... Hakkâri saldırısının bu adımları önlemesine izin verilmemiş olması da, en az görüşmelerin kendisi kadar önemli... Zira bu, barışa dönük diyalogun, şike baskınlarla, alçak pusularla sabote edilmesinin artık çok daha zor olacağını gösteriyor. Güçlükonak’tan Dağlıca’ya, Reşadiye’den Hantepe’ye, bu topraklardaki kirli savaş ittifakını ortaya koyan olaylardan çok şey öğrendik. Ankara’daki hükümeti ve asıl önemlisi bu toplumun (Türklerin ve Kürtlerin) çoğunluğunu, buna benzer şiddet eylemlerini kullanarak, çözümden caydırmak eskisi kadar kolay değil artık.
Öte yandan, mühim olan sahadır; “çözüm” masada konuşulur ama son kertede masada değil, sahada hayata geçer. Barışı sahada filizlendirmek için, hükümete, sivil-asker bürokrasiye, Kürt siyasetinin hem PKK yörüngesindeki hem de örgütten bağımsız temsilcilerine ve Türküyle Kürdüyle sivil topluma büyük görev düşüyor.
İlk adım, PKK’nın ateşkes kararının hakiki, güvenilir ve uzun süreli bir “eylemsizlik” sürecine dönüştürülmesidir ki, böylesi bir “süresiz ateşkes” ilanının kıyısında olabiliriz. Bu ilanı anlamlı kılacak olan şey de, devletin ve örgütün içindeki “derin” unsurlara, çözüm çabasını sabote etme şansı verilmemesidir. Eğer Abdullah Öcalan, PKK’nın silahlı unsurlarının sınırdışına çekilmesini sağlarsa, hem asker-gerilla karşılaşmaları önlenir hem de bölgedeki provokasyonlar çok daha kolay deşifre olur. Böyle bir “çekilme” çağrısı, dağdan iniş hedefi gerçekleştiğinde, yurda dönmek isteyecek silahsız örgüt mensuplarının topyekûn hareketini de mümkün kılar. Öcalan bu çekilmeyi sağlarsa, PKK’nın Türkiye’deki “siyasi” tabanını, sivilleşerek etkinleştirmesinin yolu açılacak; şiddeti dışlayan, direnişini “sivil itaatsizlik” sınırları içinde tutan bir PKK ile konuşulması da çok daha kolay olacaktır.
Bu noktada, ayrıca, Kürt siyasetinin ve sivil toplumunun PKK’nın yörüngesine girmeyi reddeden unsurlarının da güçlenmesini, çözüm sürecinde çok daha etkin ve görünür olmasını bekleyebiliriz ki, bence bu da bir yönüyle ‘evet’in hasadıdır. Ama nedeni ne olursa olsun, Kürt coğrafyasının çoksesliliğinin dışavurumu, PKK’yı da siyaset alanını daha etkin kullanmaya zorlayacaktır. Benzer şekilde, Ankara’nın “barış” hedefini ciddiye alarak, bu hedefe yönelik girişimlerin sabote edilmesine imkan vermeden iş yürüttüğü bir Türkiye’de, PKK’nın ölümden medet uman her eylemi, giderek kendi tabanında da kırılmalara yol açma potansiyeli taşıyor.
Son olarak, referandumun gösterdiği “yeni Anayasa” istikameti, Kürtlerin, kapsayıcı bir vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim hakkı gibi, özü “eşitlik” olan taleplerinin çözüm yerini de işaret ediyor. Dün Ankara’daki hükümet-BDP görüşmesinden sonra, hem Demirtaş hem Çiçek “yeni Anayasa” sözünü telaffuz ederek, bu gerçeğin farkında olduklarını yansıttılar.
AKP eğer Türkiye’de barışın kuruculuğunu yapmak istiyorsa, yeni Anayasa’nın Türkiye’deki hiçbir etnik, mezhepsel, dinî kimliğin kendisini “ikinci sınıf” hissetmesine imkân vermeyecek bir dille yazılması için çalışmalı. Ancak o zamana dek, hükümetin Kürt coğrafyasında “sivilleşmeyi” kolaylaştırmak adına yapabileceği başka şeyler de var. “Kürtçe eğitim” olanaklarının genişletilmesi yoluyla, “iki dillilik” hakkına resmen sahip çıkılması, bunların başında geliyor. Uluslararası “barış ustası” Martti Ahtisaari’nin Tuğba Tekerek’e söylediği “Türkiye’de yaşayan her Kürt iki dilli olabilmeli” sözünün hayata geçmesi için, bu toplumun (Kürdüyle Türküyle) kolayca benimseyebileceği bazı adımlar atmak, hele yüzde 58’den sonra, o kadar da zor değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder