23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - Saçmalık

PANDORA'NIN KUTUSU 10.09.2010
Kendimi ne zaman saçma bir durumda bulsam, tereddüt etsem, evet ile hayır arasında kalsam aklıma Albert Camus gelir.
Referandumun evet’i ile hayır’ı değil kast ettiğim, hayatın saçmalığından söz ediyorum. Gözümüzdeki perde kalkıp da tam olarak gerçeğe baktığımız ender anlarda olur bu –hayat boştur, varoluş anlamsızdır, ne yapsak faydasızdır, hatta bir şeyler yapmanın saçmalığı apaçık ortadadır ama... gene de yaparız bir şeyler işte, bu da insan olmanın tuhaflığı. “Demek ki felsefenin sadece iki çözümü var, evet ya da hayır” diye yazmıştı Camus, “Sisifos Efsanesi” adlı uzun denemesinde.
Hayatın saçmalığı karşısında ya umutla ya da intiharla, ya evet’le ya hayır’la, ama bir şekilde yüzleşmek zorunludur sanki. “Ciddi olan tek felsefi soru intihardır” diye başlıyor kitaba.
Saçmalıkla karşılaşan insan, gündelik amaçların, hedeflerin, gelecek kaygısının, bildiğimiz her şeyin ötesine geçmiş, karanlığa bakmıştır.
Camus sonunda cevabı bulur, ama ne intihardır cevap ne de umut, ne hayır’dır ne de tam evet, bir bakıma koşullu evet, Camus saçmalıktan üç sonuç çıkartmıştır: İsyan, özgürlük ve tutku.
O artık isyan etmiş bir insandır, baş kaldırmıştır, herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı asla sessiz kalmayacaktır. Karanlığa bakış, saçmalığın mutlaklığı, aynı zamanda saçma bir özgürlük vermiştir ona. Madem her şey anlamsız, öyleyse ben de özgürüm.
Ama ne yapacak o özgürlükle? Bir tutku besleyecek. İnanç ya da umut değil, sadece tutku. Kendini adamak. Saçma da olsa bir şeyler yaratmaya adamak kendini.
Saçmalığın en tipik kahramanı Sisifos’tur tabii; tanrıların cezalandırdığı adam, bir kayayı dağın tepesine taşımaya mahkûmdur, kaya her defasında yeniden yere yuvarlanır, Sisifos’un çilesi her gün yeniden başlar.
Yani hayata bir nevi evet demiştir Camus ama yaptığı seçim ve üstlendiği yük konusunda kendini bir saniye bile aldatmaz, sorumluluğun farkındadır, yük hâlâ saçmadır, özgürlük burada adamakıllı korkunç bir şeydir, hani insanın şöyle sırtını ürperten cinsten. İşler ortalama iyi giderken her şey güzel de, birisi sırtınıza binip özgürlüğünüzü elinizden almaya kalksa, ya da korkunç haksızlıklar ve suçlar işleniyor olsa gözünüzün önünde, ne yapacaksınız? İşinizi kaybetmemek için susmak? Dayak yememek için boyun eğmek?
Yani bu isyan, özgürlük ve tutku, kolay işler değil.
Sisifos Tanrı’ya da isyan etmiştir, göksel de olsa otoriteyle fazla işi yoktur. Ölümden nefret eder çünkü elindeki tek şeyin hayat olduğunu bilir. Hayata olan tutkusu ise saçmadır çünkü o kaya her seferinde sırtlanacak, dağın doruğuna kadar taşınacak, iş bitince kaya tekrar yuvarlanıp eski yerine düşecek. “Bu dünyanın tutkuları için ödenecek bedel budur” diyor Camus: Hiçbir şey başaramadan çabalamak.
Ama o günlük işi bitip de kayayı ertesi gün tekrar taşımadan önce, dorukta bir lahza nefeslendiği sırada, tekrar aşağıya, ovaya inerken, o aradaki zamanda asıl ilginçtir Sisifos, diyor Camus. Bilinçlidir çünkü. Kaderi ona aittir, başkasına değil. Kayasından daha güçlüdür o. Feci acılara rağmen bir mutluluk hisseder. Saçmalığın mutluluğu. Çünkü mutluluk da saçmadır. Ama vardır işte.
Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir, diyor Camus. Kaya onun “şeysi” olmuştur. Nesi? Şeysi işte. Herkesin bir şeysi var. Ne diyeceksek ona. Coşkusu, tutkusu, başaramasa da her gün yeniden başlayacağı çabası.
Sisifos’u trajik yapan ve özgür kılan şey durumunun bilincinde olmasıdır.
Camus bu konuda Kafka ile ne kadar kardeş olduklarını vurgular. Kafka’nın romanlarında deliliğin bir mantığı olması, saçmalığın mantığıdır.
Şu banyo suyunda balık tutan deli hikâyesi. Doktor hastayı sınamak için “Ya ısırırsa” diye soruyor, deli de cevap veriyor: “Saçmalama, burası sadece banyo.”
Sadece banyo, sadece deniz, sadece akşam, sadece bir yaz ufkunda minik bir bulut, sadece bir eylül sabahı... hem de bir bayram sabahı.
Bir bayram sabahı yazıyorum bu satırları. Bayram sabahına uyanır gibi uyanmak her sabaha, dünyanın sabahlarına... Camus’nün saçmalık felsefesinde bu aydınlık da vardır. Her şeyi öneren ve sunan ama hiçbir şeyi doğrulamayan, bereket dolu bir boşluk.
En ünlü romanı “Yabancı” da o boşlukta cereyan eder. Saçma kahramanların en saçması olan Meursault’nun yargılandığı mahkeme ile K’nın Duruşma’sı arasında pek fark yoktur aslında. Bizim suçlu Cezayir plajında rastgele bir adam öldürdüğü için değil, toplumun önyargılarına evet demediği için idama mahkûm olur sonunda. Ne olursa olsun hep doğruyu söylüyor adam, doğrusu saçma da olsa, asla yalan atmıyor; hani bir kerecik de ak yerine kara dese, yargıç affedecek. Yok, demiyor. Doğruyu söylemek uğruna ölümü göze alan bir adam bu saçmalık adamı. Sisifos gibi tıpkı. Kendine sadık. Tam da o yüzden Camus ölünce Sartre onun ardından en güzel güzellemeyi yapmış; önüme hangi mesele gelse, o ne düşünürdü diye sormadan edemem kendime, diyor Sartre. Bütün siyasi kavgaya, fikir ayrılığına, rekabete rağmen söylüyor bunu.
Başkalarına bunu dedirten adam kendine şöyle söylüyor: Kışın ortasında keşfettim ki, içimde ölümsüz bir yaz duruyor. Bir de öyle bir Camus var işte, her sabaha bayram sabahı gibi uyanan, güneşli Camus. Onunla da bir başka gün buluşalım.

niluferkuyas@ymail.com

Hiç yorum yok: