23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - Çalınan hayatlarımız

PANDORA'NIN KUTUSU 15.10.2010

İstanbul’da şu sıralar bir hayalet dolaşıyor. Mimar Sedat Hakkı Eldem’in hayaleti.
Bir zamanlar Taşlık denen geniş teraslı nefis çay bahçesinde “Şark Kahvesi” diye bir bina inşa etmişti.
Boğaz’a bakan muhteşem manzaralı bu mütevazı halk bahçesine her çeşit İstanbullu akın ederdi; benim gibi tek başına kitabını okuyan öğrenciler de vardı; bazen arkadaşlarla toplaşıp saatlerce sohbet ederdik. Babamla annem orada flört etmişler nişanlıyken.
Çocuklu aileler, sevgililer, eğlenen arkadaşlar, elinde kitabıyla hayale dalanlar, tek başına gazete okuyanlar, yazı yazanlar, ders çalışanlar, kavuşanlar ve ayrılanlar, hayatlarımızın sahnesiydi o bahçe.
Hava çok soğuksa, Şark Kahvesi’ne sığınırdınız. Sarp bir yamacın üstünde, seti koruyan istinat duvarından payandalarla taşırılmış, denize doğru uzanan çıkıntısı pek hoştu. Boğaziçi’nin en eski yapısı, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’ndan esinlenmişti. Modernleştirilmiş bir Türk eviydi. Mekân boydan boya sürme pencereler ve sedirlerle çevriliydi, ortada havuzlu bir mermer çeşme şırıldardı.
Sonra Taşlık bahçesi yok edildi, yerine Swissotel yapıldı, Şark Kahvesi yıkıldı, betondan daha ufak bir taklidi inşa edildi, hayallerimizle birlikte o bahçede nefes alan hayatlarımız da çalındı.
Hikâyenin ikinci bölümünde hayaletin yanında bir de avatar dolaşıyor şimdi, dijital bir hayalet. Sanal bir dünyadayız, gerçek dünyanın yanı sıra; paralel dünyalar sözkonusu. Bizim avatar o dijital ortamda bir film yapıyor, kendi bakışı gibi kullanıyor kamerayı. Şark Kahvesi’nin üç boyutlu bir hayalet modelini inşa ediyor, Amcazade Yalısı’na benzer bir başka binayı da canlandırmış ayrıca, hayalet bir denize bakıyoruz, Şark Kahvesi’nin hayalet pencerelerinden ve kubbesinden hayalet bir gün ışığı akıp gidiyor. Sedat Hakkı Eldem’in elinden çıkma başka peyzajlardan gerçek birkaç parçayı da görüyoruz arada, hangi imge gerçek hangisi sanal belli değil artık.
Birden anlıyoruz ki tek bir kişinin bilinçaltında oluşsa bile aslında bu mekân teşbihleri, bu kültürel katmanlar, bu ideolojik göndermeler bizim kolektif, ortak hayal dünyamıza bir direnç payandası eklemeyi amaçlıyor, bize bir şey öneriyor. Görüntülerin arasında beliren yazılı metin de bunu bir ölçüde açık ediyor zaten.
Bizim avatar bir de hikâye yazmış, Şark Kahvesi’ni sanal ortamda nasıl ve neden inşa ettiğini anlatıyor. Kendince ipuçları koymuş. “Bir Okuma Yeri” adını vermiş Şark Kahvesi’ne, “kıraathane” kelimesiyle oynuyor, o mekânda bir kadın geçmişi ve geleceği okumaya çalışıyor; Taşlık bahçesi otopark olmuş, Şark Kahvesi’nin kalıntıları bir lüks otelin içinde gömülü; çalınmış hayatlarından sürgün edilenler var hikâyede, benim gibi.
Kadın, sevdiği erkekle birlikte dijital hayalet kisvesine bürünüyor, hikâyeyi yazdığı Cenevre Gölü kıyısından kalkıp Boğaziçi’yi ziyaret ediyor. Ama sadece gerçek mekânlar değil, sanal ortam da büyük paranın emrinde artık; kiraladıkları dijital mekânın süresi bitmiş, kovulmak üzereler. Polisiye bir filmdeki gibi, vakitleri daralıyor, hızla çalışmaları lazım. Arkeolojik kazı yapar gibi çalınmış hayatlarımızın izini süren bu iki avatar bir bilgisayar filmi hazırlıyorlar ve filmin gösterileceği ekranı da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kutu gibi bir odacığa saklıyorlar. Kaçıp gidiyorlar sonra.
Paranın ve her türlü iktidarın üzerimizde kurduğu kara bir büyü var adeta. İşte bu sanatsal eylemde o büyüyü bozan bir titreşim var, bana kadar ulaşıyor o titreşim. Paranın ve iktidarın egemenliği de sonuçta sanal bir hâkimiyettir, diyor bu eylem bana, o da imgelerle yaratılmıştır, diyor. Ve sen de kendi imgelerinle o hâkimiyete bir neşter atabilirsin diyor. O neşterin izi kalıyor kalbimde. Bizler de bazen dönüp imgelerle daha derin bir gerçeklik kurabiliriz, direnebilmek için, işte böyle acı bir ironiyle, kırılgan bir başkaldırıyla diyor iki avatar bana.
Kim bu iki avatarın gerçek sahipleri? Victor Burgin adında İngiliz asıllı bir çağdaş sanatçı ve onun fotoğrafçı karısı.
Onlarla gerçek bir kahvede, gerçek bir ekim günü buluşup sohbet ettim. Neden Sedat Hakkı Eldem, neden Şark Kahvesi diye sordum. Çünkü hem Doğulu kalıp hem Batılı olmak isteyen bir adamın mimari ütopyasıydı o bahçe dedi Victor; o kahve bir toplumsal ve politik idealdi. Sadece zenginlerin değil, herkesin gelebildiği bir bahçeymiş o dedi. Doğru. Bir şehrin tarihinden kalıntıları ve izleri hortlak gibi canlandırmayı seviyor Victor; etrafımızda yükselen bu lüks binalar, bu rant hakimiyeti bizi kendi hayatımızdan sürgün etmeye çalışıyorsa, çok kırılgan ama çok etkili bir direniş öneriyor bize.
2010 Kültür Başkenti Görsel Yönetmenliği iyi ki onu İstanbul’a davet etmiş, bu şehir için bir şeyler üret diye. Filmi Arkeoloji Müzesi’ne saklaması da güzel bir şaka, çünkü filmin orada olduğundan Müze görevlilerinin çoğu haberdar bile değil. (31 ekime kadar görebilirsiniz.) Benim bir önerim var 2010 Ajansı’na: Bu filmi Internet’e, Facebook’a, dijital ortama koyun, Sedat Hakkı Eldem’le birlikte hayalet gibi dolaşmaya devam etsin hayatımızda. Hayaletler bazen çok işe yarayabiliyor.

Hiç yorum yok: