23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - Nasıl yaşamalı

PANDORA'NIN KUTUSU 16.04.2010
Tolstoy hayatı boyunca bu soruya cevap aramış. Romanlarının tümü, kendine bu soruyu soran insanların güzeli ve iyiyi bulma çabalarına odaklıdır.
Radikal adammış; hayatı tutkuyla sevdiği halde hep yokuşa sürüyor; kendisiyle didişiyor; kadınlara düşkün ama sürekli perhiz peşinde; yaşlılığında vejetaryen olmuş, Budizm’e ilgi duymuş, Gandi’ye mektup yazmış. Aile hayatını önce yüceltirken, giderek evlilik karşıtı hatta kadın düşmanı kesiliyor.
En büyük saplantısı, modern insanın yalnızlığını iyileştirme arzusu. Mevcut dinlerin hepsini ikiyüzlü buluyor. Ahir zaman peygamberliğine eğilim gibi bir zaaf taşıyor içinde.
Kendisi dahil bütün insanları bencilliğe iten, mal mülk ve zevk peşinde koşturan, şiddeti egemen kılan koşullardan arınmak arzusu –romanlarını da yönlendiren etik arayış- ileri yaşlarında bu büyük sanatçıdan büyük bir fanatik çıkartmış ortaya.
İstanbul Film Festivali’nde uluslararası yarışma bölümünde gösterilen, Amerikalı yazar Jay Parini’nin romanından uyarlanmış Son İstasyon filmi bu yaşlı fanatiğin trajedisini gösteriyor. (“Aşkın Son Mevsimi” gibi anlamsız bir Türkçe ismi bu filme kim taktı bilmiyorum.)
Filmde ömrünün son yılındaki Tolstoy’u, kırk sekiz yıllık karısı Sofia ile feci bir savaşın içinde görüyoruz. İnsana evlilik cehennemdir dedirten bir savaş bu.
Altmış yaşında roman yazmayı bırakan, kendini toplumun iyileşmesine adamış bir Tolstoy var karşımızda; sahtekârlıkla suçladığı Kilise tarafından aforoz edilmiş, toplumdaki eşitsizliğe ve savaş yanlısı politikalara karşı kalemiyle mücadele ediyor.
Tolstoy için artık bugünün diliyle angaje bir yazar demek bile yetersiz; o, tam anlamıyla bir rejim muhalifi. Ama düşünceleri temelde politik olmaktan çok etik ve manevi olduğu için, kendini bir kitle tarikatının ruhani lideri rolünde buluyor.
Her ruhani lider gibi onun da yanında kraldan çok kralcı bir “ikinci adam” var; hareketi onun adına yöneten ve büyük adamın her sözünü defterine not eden, sinir bozucu aristokrat çömezi Vladimir Chertkov.
Tolstoy, özel mülkiyetten nefret ettiği için kendi topraklarını kooperatif tipi bir komün haline getirmiş, kölelerini azat etmiş, şimdi de kitaplarının bütün yayın haklarını ve gelirini bu vakıfa devretmeye hazırlanıyor ve işte o noktada kızılca kıyamet kopuyor; karısı bu çılgın kararı engellemek ve Tolstoy’u kurtarmak için Chertkov’la kıyasıya vuruşuyor.
Yaşlı Tolstoy’un sonunda dayanamayıp karısından ve evinden uzaklara kaçışı içler acısı bir durum tabii. Örnek bir hayat yolculuğunda son durak olan yer, 1910 yılında 82 yaşında son nefesini verdiği ücra bir tren istasyonu. Dünya basını kapıda toplanmış, ünlü haber sinemacısı Pathe bile orada.
Burada bir parantez açayım.
Tolstoy’un romanlarında bizi en etkileyen estetik unsur, hayatın özünü sanatta yeniden yaratan manevi bütünlük izlenimidir. Karakterlerin başına gelenler hem kader dediğimiz önlenemezlik akışında cereyan eder, hem de o insanlar tamamen kişiliklerine göre yaşar ve kişiliklerine uygun şekilde ölürler; en trajik hayatta bile insanın kendisi olmak, kendine sadık kalmak gibi yüceltici bir mutluluğu vardır.
Dostoyevski’de ise insanlar histerik bağırtılar ve yapay acılar içinde, günah işleye işleye Tanrı’ya yürümek gibi, sansasyona dayalı, aşırı dramatik sahnelerde çırpınıp kıvranırlar. Manevi bütünlük sonradan eklenmiş, ideolojik bir süstür Dostoyevski’de, Tolstoy’daki gibi derin bir insani gerçeklik olmak yerine.
Tolstoy’un sonunda bir Tolstoy karakteri gibi değil de bir Dostoyevski karakteri gibi ölmesi, herhalde hayatın cilvesi dediğimiz şeyin en karanlık örneği olmalı.
Belki diye düşünüyorum, bir sanatçının (ya da herhangi bir insanın) ne kadar yüce olursa olsun fikirler ve ilkeler uğruna kendine ihanet etmesinde bir yanlışlık var. Yani fanatizmin ve her tür ideolojinin nihai kötülüğü.
Acaba Tolstoy vaaz vermek yerine roman yazmaya devam etseydi ne olurdu? İnsan kardeşliği ve sevgi uğruna bile olsa sanatına ihanet etmeseydi, sonu gene böyle hazin olur muydu? Yoksa o ölüm ona en yakışan son muydu?
Filmden çıkarken kendime bir başka soru daha sordum: Angaje sanatçılığa hâlâ inanıyor muyum? Yoksa sanatçının angajmanı açıklamalarında değil de yapıtlarında mı olmalı?
Haksızlığa ve kötülüğe karşı çıkmak gibi bir manevi yükümlülük vicdan sahibi herkes için sözkonusu elbette. Nasıl yaşamalı sorusunun cevabını hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama başkalarına nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmeye kalkışmamak belki de doğru cevaba atılmış bir ilk adım olabilir.
Tolstoy’u mutsuz eden şey –ki asıl fanatizm budur- kendisiyle didişmesini başkalarına örnek gibi dayatmasıydı. Halbuki romanlarında belki cevabı çoktan bulmuştu: İnsan için asıl kötülük sahte olmak, asıl iyilik ise sahici kalmaktır, sahiciliği zaaf ve kötülük barındırsa bile. İnsan için tek özgürlük samimiyettir.
Ama bu Tolstoy’a yetmemiş belli ki; manevi açgözlülük diye bir şey de var galiba.
niluferkuyas@ymail.com

Hiç yorum yok: