23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - ‘Çoğunluk’

PANDORA'NIN KUTUSU 27.08.2010



Dayanışma güzel şey. Birliktelik harika. Hele çoğulcuysa, uzlaşma içinde yaşanıyorsa, tadına doyulmaz topluca karar vermenin, ortaya bir iş çıkartmanın.
Buna karşın çoğunluk olmak zor ve tehlikelidir.
Demokrasi bir çoğunluk rejimi. Güzelliği de zorluğu da buradan geliyor.
Kendinizi ne zaman çoğunlukta bulsanız, dikkatli olun, büsbütün duyarlı ve tetikte durun demek geliyor içimden.
Şu sandıkta oy verdiğimiz en geniş demokrasi değil yalnızca, en ufak herhangi bir toplu faaliyette çoğunluk daima esastır, kararlarımızı öyle veririz, başka yolu yoktur.
Ama ben kendimi ne zaman çoğunlukta bulsam hemen rahatsız olurum, huzurum kaçar. Aman, yanlış bir şey mi yapıyorum diye ikirciklenirim; antenlerim, radarlarım, duyargalarım derhal üst düzeyde alarma geçer, fazladan çalışmaya başlar.
Çoğunluk hem temeldir demokraside hem de bu rejimin en zayıf noktasıdır.
Doğru ve haklı bir şeyin çevresinde çoğunluk oluşturmak kadar güzel bir şey olamaz elbette.
Ama demokrasi dediğimiz bu kaypak rejimde zemin de sürekli kayar, hiç yerinde durmaz.
Bazen bakarsınız çoğunluk dediğiniz şey meğer sadece popüler olanmış, ille haklı olan değilmiş. Tıpkı popüler kültürün gelip geçici moda akımları gibi, demokrasinin diğer alanları da kitlesel olduğu, yığınları içerdiği için bazen öyle bir an gelir ki insan sel sularına kapılmış gibi bir düşünce akımının çekiminde sürüklenir. Herkes o tarafa koşuyordur, siz de aman ne olmuş diye aynı tarafa gidersiniz. Meraktan, yalnızlıktan, biraradalığın sıcaklığını özlediğiniz için ya da –en tehlikelisi- tek başınıza düşünmekten yorulmuşsunuzdur, ay biraz da başkası düşünsün benim yerime dersiniz, bak işte ne yerinde görünüyor şu popüler kanaat, falanca kitlesel tavır, filanca yığınsal eylem diyerek bırakırsınız kendinizi tekinsiz sulara, rüzgâr ne zaman farklı yönden esecek, akıntı nereden değişecek bilmeden bir denizde bulursunuz kendinizi.
Çoğunluk iyi kullanılırsa en hakkaniyetli olabilen, kötü kullanılırsa kaba kuvvete dönüşen bıçak sırtı bir toplumsal araç. İkisinin arasında çeşitli olumsuzlukların gizlendiği bir yelpaze var. Çoğunluk genellikle bencildir mesela. Çoğunluk çok kolayca önyargılı olabilir. Çoğunluk rahatlıkla hoşgörüsüzlüğe dönüşebilir. Çoğunluk sırasında kayıtsızlıktır, bana ne diye omuz silker. Çoğunluk bazen maalesef nefret de olabilir. Sevgisiz ve acımasız davranabilir. Çoğunluk sırasında ortak aklı bile terk edebilir, bağnazlığa kadar uzanır. Bazen de tahakküm eder, diktatörleşir.
Popüler kanaatlere karşı durabilmek, çoğunluğun isteklerini reddetmek bazen kişisel hakları savunmak için elzem hale gelebilir. Bunu yapabilen tek güç var elimizde, o da hukuk. Bu nedenle hukukun üstünlüğü diye bir temel ve vazgeçilmez koşulu var demokrasi olmanın. Hukuk devleti olmak da diyoruz buna.
Ayakta tutması zor bir iş, onun için anayasa mahkemesi denen kurumlar var demokratik ülkelerde. Çünkü korunması gereken kişisel haklar çoğu zaman popüler olmayan haklardır. Ancak bağımsız bir yargıç heyeti koruyabilir o hakları, hükümetler yerine. Mesela eşcinsel evliliği. Mesela terörist olduğu şüphesiyle tutuklanan bir insana demokratik ceza usullerine göre eşit davranılması.
Türkiye’de taş attı diye terörist muamelesi görüp hapse tıkılan çocuklar için adalet arama girişimlerinin ne kadar zorlu geçtiğini hatırlayın. Şimdi de vicdani ret diye bir mesele var. Askere gitmenin hem kural hem popüler olduğu bir ülkede ben her tür şiddete karşıyım askerlik yapmam diyen insana nasıl adalet sağlanacak?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz adalet deyince tuhaflaşan bir toplumuz. Başımıza herhangi bir dert geldiğinde adalet nerede diye haykırır, sonra keyfimiz yerindeyken başkasına adaletsiz davranılması umurumuzda olmaz.
Topkapı Sarayı’ndaki Adalet Kulesi gibi yüksekçe bir yerden ekmek kırıntısı dağıtır gibi dağıtılan bir şey zannediyoruz adaleti. Halbuki adaleti de hukuk gibi toplumun kendisi yaratır. Demokratik olgunluğuna göre tabii. Bizim ülkede televizyonda hukuk dizisi, sinemada mahkeme filmi neredeyse yoktur mesela. Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Bir Amerikan dergisinde anayasa mahkemesine (onlar yüce mahkeme diyor) yeni üye seçilmesi işleminde nasıl daha demokratik olgunluğa erişilir konusunda nefis bir makale okuyordum.
New York Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe hocası Ronald Dworkin tartışıyordu konuyu. Amerikan anayasa sistemini çok beğeniyorum ben, çünkü bizdeki gibi manasız atamalar yerine Başkan tarafından önerilen adayların Senato’da fiilen "ifade" verdiği ve bir onaylama yahut reddetme sürecinden geçtiği bir sistem. Gerek anayasa mahkemesinin gerek de kamuya açık duruşma yapan olağan mahkemelerin işleyişinin demokraside oy vermek kadar hatta daha önemli bir unsur olduğunu o makaleyi okurken hatırladım. Keşke dedim içimden, referandumda bu tarz üye atama seçeneği veya mahkemelerde jüri sistemi gibi şeyler sunulsaydı oyumuza.
Hayaller bir tarafa, çoğunluk olmak zor ve önemli iş gerçekten. İster bir apartman toplantısında, ister en yakıcı toplumsal tartışmada, kendimizi çoğunlukta bulduğumuz an bütün şüphelerimiz ayaklansa, nerede durduğumuza bir iyice baksak, ne güzel olurdu değil mi?
niluferkuyas@ymail.com

Hiç yorum yok: