13 Temmuz 2010 Salı

İlhan Selçuk -Sami SELÇUK

İlhan Selçuk


Sami SELÇUK



Cumhuriyet’te ilk yazım, 1964’te yayımlanmıştı.

Yıl, 1990 ya da 91 olmalı.

Cumhuriyet, Anayasa Mahkemesinin (AYM) 1989 tarihli “türban kararı” üzerine bir yazı istedi.

Art arda yayımlanmak üzere üç yazı yolladım.

Birincisi hemen yayımlandı.

Aynı gün ikinci yazının atlanarak üçüncü yazının yayımlanması için izin istediler.

Nedeni şuydu: Eleştirdiğim gerekçenin yazarı, AYM’ye başkan adayıydı; zarar görebilirdi.

Karşı çıktım. Son iki yazı yayımlanmadı.

Daha sonraları yazının bütünü Güneş gazetesinde ve TBB dergisinde yayımlandı.

Cumhuriyet, daha sonra yolladığım yazılarımı da yayımlamadı. Merhum Prof. Dr. Sahir Erman’ın iki güzel yazısını da yayımlamamıştı

Bir gün İstanbul dönüşü İlhan Selçuk’a uçakta rastladım. Yan yana oturup konuştuk.

Neden makale yazmadığımı sordu. Anlattım. Haberi olmadığını, üzüldüğünü söyledi.

O da türbana karşı çıkmanın demokrasiyle bağdaşmadığına inanıyordu, Merhum U. Mumcu gibi. Ancak, Merhum Ord. Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu’nun bunu erken bulduğunu, kendilerini uyardığını söylüyordu.

Merhum Erman’ın ve benim yayımlanmayan yazılarımızı kendisine yollamamı istedi. Yolladım. Hiçbiri yayımlanmadı.

1995 yılında Hürriyet’te çıkan uzun bir söyleşim, Cumhuriyet’i çok kızdırmıştı.

Bu arada laiklikle ilgili bir yazım da dört gün boyunca Milliyet’te yayımlanmış, daha sonra kitaplaştırılmıştı.

Kanımca Cumhuriyet, din özgürlüğünü savunmak ile laiklik karşıtlığını birbirine karıştırıyordu.

Nitekim bir Cumhuriyet yazarı, bir din adamıyla çıkan resmi dolayısıyla kıyamet kopmuş, Cumhuriyet’ten uzaklaştırılmıştı.

Gazete bir örnek insan yaratmaya özenen toplum mühendislerini destekliyor; artık çoğulculuğa yaslanan demokrasiye geçildiğini göremiyor, “halk tarafından halk için” ilkesinden değil, hâlâ “halka karşın halk için” anlayışından yola çıkıyordu.

Merhum Selçuk, kimi yazılarla ilgili kovuşturmalar dolayısıyla da beni birkaç kez aradı, görüşümü sordu.

6 Eylül 1999 “adli yıl açış” konuşmamı, Başbakan Merhum Ecevit, çıkışta övdü; herkesin demokrasi ve laiklik anlayışını bu konuşmaya göre gözden geçirmesini istedi. Parti başkanları olumlu buldular. Basın toplantıları düzenleyen DYP Genel Başkanı Sayın Çiller, konuşmanın demokrasi tarihinde bir Milat olduğunu söyledi. CHP Genel Başkanı Sayın A. Öymen ile SP Genel Başkanı Sayın Kutan da desteklediler.

Konuşmanın özetini ve özellikle kimi kesimlerini hemen hemen bütün basın gibi Cumhuriyet de, ertesi günü, çok çarpıcı biçimde verdi.

Sadece Hürriyet, konuşmaya uzak duruyor, başyazarı da eleştiriyordu.

Cumhuriyet’in ünlü çizeri Tan Oral, güzel çizgileriyle ödüllendirmişti, konuşmayı.

Cumhuriyet’le olan kırgınlığın son bulduğuna inanmıştım.

Yanılmıştım.

İki gün sonra, iki yazarı -ki T. Oral gibi onlar da ayrıldılar- dışında Cumhuriyet, Başyazar Selçuk başta olmak üzere, saldırıya geçti.

Ağabey Turhan Selçuk, başıma sarık geçirerek karikatürümü çiziyor; muhabirleri, sadece olumsuz tepkilere ilişkin haberleri veriyor, yazarları da konuşmanın içinden işlerine gelen kesimlerini alarak saldırıyorlardı.

Evet, eleştirmiyor, saldırıyorlardı.

Ülkemizin en çok satan, en büyük gazetesi, hakkımda ne kadar dedikodu varsa bulmaya çalışıyor; lise yıllarımdaki ders notlarına dek eline ne geçirdiyse yayımlıyordu.

Aynı gazete, bilimsel nitelikteki konuşmamın dip notlarında adları geçen kimi düşünürlerin özel yaşamlarına bile el attı.

Sokrates, André Gide, Oscar Wilde, Michel Foucault’nun eşcinsel olduklarını duyurdu.

Üzücü ve bardağı taşıran bu duruş, basın etik kurallarına da elbette aykırıydı.

Konuşma ile bunlar arasındaki nedensellik bağını kurmakta zorlanıyor; sabırla izliyordum, olup bitenleri.

Yurt dışında ise konuşma çok olumlu yankılar yapmıştı.

Dış basın, konuşmadan özetler vermiş; kimileri de benimle görüşmüştü.

Avrupa Birliği ülkelerinin büyük elçileri beni yemeğe çağırmışlar, sorular sormuşlardı.

Dışişleri Bakanı Merhum İsmail Cem, bütün büyükelçiliklere bir yazı göndermiş, “Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un konuşmasının uluslar arası toplantılarda” değerlendirilmesini istemişti.

Ama devletin iki yüzü sırıtıyordu, bu yazıda.

Çünkü yazı “gizli” damgasını taşıyordu.

Peki, neden?

Konuşmam kimi çevreleri ürkütmüştü de ondan.

Konuşmam, Avrupa Konseyi Parlamentosunda gündeme alınmış, üzerinde tartışmalar yapılmış; Türkiye’nin Batı ölçeğinde bir demokrasiye doğru hızla yürümeye başladığı izlenimi yaratmıştı.

Katıldığım uluslar arası toplantılarda da konuşmanın iyi izlenimler bıraktığını görüyordum.

Cumhuriyet ve bir kesim basın ise bunları görmüyor, inatla saldırılarını sürdürüyordu.

Cumhuriyet, ilk günler konuşmayı desteklemişti. Çünkü yıllardan beri savunduğum ve Cumhuriyet’te de yayımladığım Atatürkçülük yorumunu beğenmişti.

Ama ne zaman sağ basın beni desteklemeye başlayınca bana omuz vermekten vazgeçmiş, saldırıya geçmişti. 8 Eylülde Selçuk başyazısında, “Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’u bu kez irtica basını manşetlere geçirdi, göklere çıkardı.” diye yazdı.

Bunu Cumhuriyet’ten ayrılan bir yazar da doğruladı, daha sonraları.

Bir ay boyunca sürdü bu saldırılar.

Bir gün bir Cumhuriyet yazarının dip notumda yer alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararındaki bir sözcüğü bana mal ederek eleştirmesi üzerine Selçuk’u aradım.

Gazetenin ağırbaşlılığıyla bu tür çarpıtmaların bağdaşmadığını belirttim. Kimi konuları dile getirdim. 1951’de yurt dışına kaçan Nazım Hikmet’e gazetenin yaptığını da anımsatarak demokrat olmadıklarını söyledim. Biraz tartıştık. İkimiz de ölçülüydük. Dingin bir ses tonuyla konuşuyordu. Bana bütünüyle hak vermedi. Ama “Galiba, dedi, biz de biraz ileri gittik. Yarından itibaren sizi üzecek yayın son bulacak.”

Sözünü tuttu.

Eşi öldüğünde kendisini aradım. Çok üzgündü. Eskilere dönmeden söyleştik. Bu kez hakkımda iyi şeyler söyledi.

Selçuk, kuşkusuz, sadece usta bir kalem değil, görüşlerinden sapmayan bir düşünce adamı idi.

Demokrasi konusunda ayrılsak bile, onun bu sağlam ve ödünsüz duruşunu her zaman takdir ettim.

Merhum Selçuk’un son yıllarda demokrasi anlayışını da gözden geçirdiğine inanıyorum. Nitekim hasta yatağında yatarken söylediği şu sözleri bunun kanıtıdır: “Artık Türkiye’de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Ben Türkiye’nin zaman yitirmeden demokratikleşmesini istiyorum. Demokrasi ve özgürlükleri kim genişletirse ona gönülden destek veririm. Türkiye kendisiyle yüzleşmeli.” (11 Ocak 2010).

Selçuk’a Tanrı’dan rahmet, ailesine ve Cumhuriyet mensuplarına başsağlığı dilerim.

Hiç yorum yok: