İnsan bu sürekli çelişir
Sami SELÇUK
Binlerce, belki de milyonlarca kez düşünmüşsünüzdür.
Uzun uzun hem de.
Son soluğunuzu verinceye dek de düşüneceksiniz.
Oturup belki yazacaksınız.
Nutuklar, söylevler çekeceksiniz, belki de. Kalemlerin tükendiğini, seslerin kısıldığını gördüğünüz, anlatamayıp düş kırıklığı yaşadığınız halde yine sürdüreceksiniz çabalarınızı.
Yadırgayanlar bile çıkacaktır, sizi.
Açılan ağızlardan, yazan kalemlerden güzel övgüler de duyacaksınız, okuyacaksınız olasılıkla.
Zehirlerini kusanlar da olacak bu arada.
Ipıssız kalacak çevreniz uzun süre belki de. Ama aldırmamalısınız.
Müthiştir, çünkü insanoğlu. Düşünen bir beyni vardır. Bu yüzden insan denmekle yetinilmemiş, “bilen, kavrayan insan” (homo sapiens) denmiştir, ona.
Her gün çelişir, kendisiyle. Sözgelimi, ölüm cezasına karşı çıkar. “ölüm cezası, der, ceza değil, tasarlanarak işlenen bir cinayettir.”
Ona göre devlet, cinayet işleyen hukuk dışı bir aygıt değil, cinayeti önleyen hukuksal bir kurum olmalıdır. Doğru, ama aynı insanoğlu, her Allah’ın günü her canlıya kıyar. İri cüsseli deveyi, danayı boğazlar; minicik bıldırcının, serçenin, hamsinin etine göz diker. Isı işkencesiyle olduğu yerde besleyip irileştirdiği tavuğun kellesini koparır giyotinde, bir güzel yer.
Şaşıp kalırsınız onun mantığını tutsak eden bu oburluğuna, iştahına.
Çelişkidir, elbette bu. Hem de yaman bir çelişki.
Ama bu çelişki, kıydığı hayvanların etlerinden türlü çeşitli yemekler yapmaktan alıkoymaz insanoğlunu.
Kirazmış, cevizmiş, kayınmış, meşeymiş dinlemez, keser hepsini testereyle. Hem de canlı canlı.
Alır eline, kitabını, gazetesini insanoğlu. Geçer kurulur cevizden, meşeden koltuğuna ya da uzanır yatar kirazdan, meşeden yatağına. Hiç aldırmaz.
Lakırdısına bile katlanamazlar, kimi insanoğulları karşı düşüncenin.
Iraktır seslerini çıkaran telleri, yazan elleri kendilerini insan yapan beyinlerine.
Neden? Çünkü kendilerini eleştirenleri sevmezler. Ama dostları, yoldaşları, onları destekleyen yazarlar, çizerler düşünceyi açıklama özgürlüğünü, doğal haklarını kullandıkları için zindanı boyladıklarında kıyameti koparırlar. Haklıdırlar.
Sarsılırlar, derin acılar yaşarlar, çile çekerler. Ama o saat unuturlar, karşı düşünceyle karşılaşınca bütün bu yaşananları.
En acısı da işte bu unutmaktır.
Var olmanın yadsınmasıdır, çünkü unutmak.
Gerisi boştur.
İyiyi, güzeli, doğruyu öldürür, ağlatır; kötüyü, çirkini, sahteyi diriltir, söyletir, unutmak. Herkes de bilir bunları.
Lakin pek değişmez bu süreç.
İyiyi, güzeli, doğruyu savunan onca bilgelere, düşünürlere, peygamberlere karşın sapmalar yaşanır sürekli.
Oysa serinleten bir meltem gibidir, karşı görüşler, düşünceler.
Korur insanoğlunu sıcaktan, soğuktan, bütün sapmalardan, sağaltır. Güvencedir, insanoğlu için.
Uyarır dostça. Hem de insanı insan yapan en görkemli organdan, beyinden süzülerek uyarır.
Resmen der ki: “Tartışmalısın, değerlendirmelisin karşı görüşü. Acele etme. Enine boyuna düşün. Dokuz ölç, bir biç. Tartışma, bir yanılgısavardır. Bunu unutma!”
Laf söz dinleyen, uygar biriyse insanoğlu, karşı düşünceyi tartışır, değerlendirir.
Ama çoğu toplumlar, özellikle doğulu toplumlar, bugün bile hâlâ “eleştiri öncesi çağ”ı yaşarlar. Kravatını düzelteni severler, ama doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Çoğu insanoğlu, karşı düşünce altın tepsi içinde sunulsa bile, “tek doğru, bilmediğini bilmektir” sorgulamasını yapmaz, “benden yana ve benim grubumda olanlar, her zaman doğru düşünürler, hiç yanılmazlar” önyargısının, toplulukçuluğun/cemaatçiliğin pençesinde kıvranır, şakşakçılarının tutsağıdır.
Renksiz, durağan, cansız, soluk silik bir yaşam vardır oralarda. Diyalog yerini monologa bırakmış; diyalektik, canlık, dinamizm bitmiştir. Dia değil, mono toplumlarıdır, bunlar.
Issızdır, ortalık, en kalabalıklarda bile. Karanlıktır çevre, binlerce mumluk lambalar altında dahi. Bu ıssız karanlıkta, bu toz duman içinde göz gözü görmezi ki, doğruyu bulabilesiniz.
Mevsim karakıştır; doğa, yaman çelişkileriyle meydan okumaktadır. Baharların ısıtan güneşi, okşayan serinliği, uslu yağmurları gitmiş; kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştır, bütün hırçınlığıyla kar, fırtına, ayaz iç içedir. Tıpkı ölüm cezasına karşı çıkarken boğazlanan canlıların eti yendiğinde; düşün özgürlüğünü savunurken buyurganların buyruğuyla Brunolar yakıldıklarında, Voltaire’ler, Rousseau’lar kovulduklarında, Pir Sultan Abdallar asıldıklarında, Gramsci’ler, Nazım Hikmetler, Yaşar Kemaller, Kemal Tahirler, Rıfat Ilgazlar zindanlarda çürütüldüklerinde olduğu gibi. Bu yaman çelişki, insanın tanımında bile varken, insanın çilesi hiç biter mi? Latin düşünürü Seneca (MS, 7-65), “homo homini res sacra” (insan, insan için kutsal nesnedir), ondan 1500 yıl sonra İngiliz düşünürü Hobbes (1588-1679), “homo homini lupus” (insan, insanın kurdudur) ve yaklaşık 2000 yıl sonra Fransız düşünürü Sartre (1905-1980), “insan insanın cehennemidir” derken hep bu çelişkiyi vurgulamadılar mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder