13 Temmuz 2010 Salı

Devlet sallanırken- Ahmet Altan

KUM SAATİ 10.07.2010


Ahmet Altan

Görüşmeler


Anlaşılıyor ki çatışmaların en keskin olduğu dönemlerde bile orduyla PKK arasında görüşmeler yapılmış.

Yıldıray Oğur’un yeniden gündeme getirdiği bu görüşmelerin seyrini bir vakitler Med TV’de çalışmış bir yetkilinin kaleminden aktarıyoruz bugün.

İsimler, tarihler, ayrıntılar veriyor.

Bence görüşmelerde eleştirilecek hiçbir yan yok.

Barışı sağlayacak her girişim kutsaldır.

Kim yaparsa yapsın sonuna kadar desteklenmelidir.

Buradaki sorun, görüşmeleri değil.

Sorun, ordu yetkilileri PKK’yla dolaylı ya da dolaysız görüşmelerini ve ilişkilerini sürdürürken, “barış olsun”, “PKK’yla görüşülsün” diyen insanların yargılanması ve hapse atılması.

Onlar görüşürken biz yargılanıyorduk.

Savaşanlar birbirlerini “düşman” olarak görse de bu “düşmanların” ikisi de bu toprakların çocukları.

Neden bu insanların kaderini belirleme hakkı yalnızca orduda?

Neden bu ülkenin insanları, kendi ülkeleri ve kendi insanları hakkında fikirlerini söyleme hakkına sahip değil?

Neden sadece “devletten para” alanlar, bu insanların kaderi hakkında konuşmak yetkisine sahip de, bu “devlete para verenlerin” hiç söz hakkı yok?

Hiçbir gelişmiş ülkede savaş ya da barış kararı orduya bırakılmaz.

Savaşa da barışa da o ülkenin insanlarının seçtiği temsilciler karar verir.

Onların kararları da toplumun özgürce tartışabilmesiyle belirlenir.

Bizde ise durum tam tersine.

Savaşa da barışa da karar verecek olan ordu.

Bu konuda fikirlerini söylemek isteyenler eğer ordunun fikrinden başka bir fikri savunursa ya “hain” ya “düşman”.

Generaller, ülke için neyin iyi olduğunu sadece kendilerinin bildiğine inanıyor.

Başka hiç kimsenin konuşmasından, fikrini söylemesinden hoşlanmıyor.

Hoşnutsuzluğunu da o insanları mahkemelere göndererek, mahkûm ettirerek gösteriyor.

Ve, yirmi beş yıldır bu sorun çözülemiyor.

Bu anlayışla yirmi beş yıl daha çözülemez.

Bu “sadece ben bilirim” anlayışı yalnızca bizim orduya mahsus değil.

PKK da aynı hastalıktan mustarip.

O da her yaptığının doğru olduğuna, doğruyu sadece kendisinin bildiğine ve asla eleştirilmemesi gerektiğine inanıyor.

Bazen PKK yöneticilerinin bizim gazeteyle ilgili yazılarını ya da sözlerini okuyorum.

Orduyu eleştirdiğimizde Orgeneral Başbuğ’un konuşma biçimi ve üslubu neyse, PKK’lılarınki de o.

Silahlı olmanın getirdiği ortak bir kibre sahipler.

İkisinin de yaklaşımı “dövüşen biziz, canını ortaya koyan biziz, en iyisini de biz biliriz” yaklaşımı.

Eğer sadece silahlı olanlar ve canlarını ortaya koyanlar “en doğruyu” biliyorsa, iki taraf da silahlı, iki taraf da canını ortaya koyuyor, o zaman “en doğruyu” bilen iki güç oluyor ama bildikleri “doğru” bir işe yaramıyor.

Kırk bin kişi öldü.

Hâlâ da ölüyor.

Türkler için ordu “kutsal”, Kürtler için PKK “kutsal”, orduyu eleştirdiğimizde Türk milliyetçilerinden, PKK’yı eleştirdiğimizde Kürt milliyetçilerinden benzer tepkileri alıyoruz:

“Sen kimsin, sen ne karışıyorsun, sen ne bilirsin?”

“Ben” bilmem ama “biz” biliriz.

Silahın rüzgârına kapılmamış, “en doğruyu” konuşarak bulmaya çalışan, bu savaşın durmasını isteyen Kürtlerle Türkler bilir.

Ordunun da, PKK’nın da, “benden başkası konuşmayacak” tavrından, baskısından, tehdidinden sıkıldık artık.

Kendi aralarında buluşup konuşacaklar ama kendilerinden başkasına konuşma hakkı tanımayacaklar.

Barışın üstündeki bu “ambargo” nedir?

Ordunun da PKK’nın da her yaptığı, her eylemi, her kararı, bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanın geleceğini ilgilendiriyor.

Bu yetmiş milyon insan kendi geleceğini iki silahlı gücün tekeline mi bırakacak?

Barış istiyoruz, eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz, adalet istiyoruz.

Yirmi beş yıldır silahlıların beceremediğini bir de silahsızlar denesin istiyoruz.

“Silahsızların” barışı arama hakkı olmayacak mı?

“Dürüstlük ve akıl” sadece silahta mı, “silahsız” olanda dürüstlük ve akıl yok mu?

Bırakın silaha tapınmayı da...

Biraz da silahsızları dinleyin, sizin beceremediğinizi belki onlar becerir.



KUM SAATİ 09.07.2010

Ahmet Altan

Devlet sallanırken


Son dünya kupası sırasında çok sık duyduğumuz bir deyimle söylersek, oyun disiplininden koptular.

Fevkalade dağınık oynuyorlar.

Kemalist rejimin devlet ricali paniğe kapılmış gözüküyor.

Paniğin en büyük işareti “itibarlarından” hiç tereddütsüz vazgeçmeleri.

Önce Genelkurmay Başkanı, sürmekte olan davalara müdahale ederek, askerî yargının açık hükmüne rağmen siyasete bulaşarak suç işledi.

Ardından, Anayasa Mahkemesi, bizzat başkanının itirafıyla, Anayasa değişikliklerini “esastan” incelemeye kalkışarak Anayasa’yı çiğnedi.

Yasaları çiğneyen ve bunu “kılıfına uydurmaya” bile çalışacak mecali kalmamış bir Genelkurmay Başkanı ile bir Anayasa Mahkemesi var karşımızda.

Genelkurmay Başkanı, bütün bastırmalarına rağmen Ergenekoncuların hepsini kurtaramamasından, ordunun içindeki darbe planlarını gündemden düşürememesinden ve yönettiği birliklerin PKK karşısındaki başarısızlıklarından panikledi herhalde.

Son bir çıkışla bu gerçekleri saklamak için çabaladı ama o da olmadı.

O eski “paşa gürledi” günlerinin çoktan sona erdiği, “paşa dalkavuğu” medyanın yanı sıra gerçekleri söylemekten vazgeçmeyen gazeteler de bulunduğu için artık gündemi keyiflerince belirleyip, gerçekleri kolayından gizleyemiyorlar.

Sanırım bu yeni durum onu panikletiyor.

Anayasa Mahkemesi’nin bu âni paniklemesini ise doğrusu pek anlayamadım.

Bu son Anayasa değişikliğini, bizim Yıldıray’ın dalga geçerek söylediği gibi “ucundan azcık” kestiler ama bunu yaparken büyük bir suç işlediler.

Niye öyle telaşla karar verdiler, neden bu “kadarcık” bir değişiklik için o kadar büyük bir suçu göze aldılar, neden Mahkeme Başkanı suçu böylesine bir berraklıkla itiraf etti, bilmiyorum.

Ankara’nın derinliklerinde bir şeyler olmalı.

Bu telaşlı halleriyle, zaten sallanan rejimi iyice itibarsızlaştırıp, güçsüzleştiriyorlar.

Rejimin yıkılmasını önleyemeyeceklerini anladıkça yaptıkları hatalarla yıkımı hızlandırıyorlar.

Belki bu tarihî bir gerçekliktir, belki de rejimler “itibarlı” bir şekilde sona eremiyorlar.

Sahneden çekilmeye hazırlanan rejim önce “itibarını” kaybediyor belki de, yıkılışın ilk büyük işareti bu itibarsızlık oluyor.

Kendi halkıyla kavga eden ve gücü artık bu kavgayı kazanmaya da, saklamaya da yetmeyen bir rejim bitecek elbette.

Sanırım bu bizim tahminimizden de önce olacak.

Rejimin içindeki bu görkemli sarsıntı, siyaseti de altüst etti.

Yeni cepheler oluşmaya başlıyor.

Şaşırtıcı yol arkadaşlıkları çıkıyor ortaya.

Benim için en şaşırtıcı ve üzücü olanı BDP elbette.

CHP ve MHP ile aynı safta “Kemalist rejimin” savunuculuğunu üstlenmek bir Kürt partisine mi düşecekti?

Bu düzenin en çok ezdiği insanların “temsilcisi” olmaya soyunan bir parti, 12 Eylül Anayasası’ndaki değişikliklere böylesine canhıraş bir şekilde karşı çıkıp CHP ve MHP ile birlikte “tutucu” cephenin yoldaşı mı olacaktı?

“AKP bizimle konuşmadı, onun için AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliğine karşıyız” türünden çocukça bir mazeret, böylesine önemli bir kavşakta benimsenen “tutuculuğu ve rejim yandaşlığını” öyle kolayından mazur göstermez.

Bu referandum Kürt siyasetinde de önemli kırılmalara neden olacak sanırım.

Hakpar ve Kadep gibi sahne dışına itilmeye çalışılan Kürt partileri, Anayasa değişikliğine “evet” diyerek yeniden sahneye girdiler.

Benzer bir kırılmayı “milliyetçiler” cephesinde de görüyoruz, “rejim muhafızlığını” üstlenen MHP’ye karşı BBP “değişikliklere” sahip çıktı.

Saadet Partisi, dindar kesimin nabzını iyi tutarak “evet” diyeceğini açıkladı.

Kemalist rejimin paniklediği bir dönemde bu Anayasa değişiklikleri çok önemli bir adım, bu değişikliklerden bütün “ezilenler” yararlanacak, böylesine hayati bir dönemeçte “AKP’yi tek ölçü olarak” alıp bütün politikasını AKP’ye göre ayarlama sığlığı, “ezilen” insanlara bir fayda sağlamaz.

Kemalist rejimle sorunu olan, bu rejimin elinde çok acı çekmiş bulunan Kürtler de, dindarlar da bunun farkında.

Bu değişiklikler yetersiz ama bu “değişiklikleri” önlediğinizde bunun yerine daha iyisini koyamıyorsunuz, o zaman bu değişime niye karşı çıkıyorsunuz, bu değişimin hangi maddesi “ezilen” insanların aleyhine?

Her ırktan, her dinden, her mezhepten, her meşrepten demokrat güçlerin bulduğu “yetmez ama evet” sloganı, durumu ve izlenecek yolu çok açık gösteriyor.

Nedeni, amacı, hesabı ne olursa olsun bu büyük kavgada “Kemalist rejimin” yol arkadaşlığını seçenler, bunu ezilen insanlara anlatamazlar.

Biz bütün ezilen insanlarla birlikte bu rejimden kurtulmak istiyoruz, tavrımız net.

Bundan sonrasını, “zalimlerin” yanında saf tutanlar düşünsün.

Hiç yorum yok: