4 Ekim 2010 Pazartesi

Neşe Düzel - Sezgin Tanrıkulu: ‘Ölmeselerdi özgürlerdi’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 25.09.2010



“15 yıl önce Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından bir koridorda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırıldı ve on kişi öldü.”



“Askerlerin ve polislerin her birine beşer yıl ceza verildi. Rahşan Affı nedeniyle bir gün bile hapse girmeyeceklerdi. Ancak Yargıtay bu kararı bozdu. Dava hâlâ sürüyor.”



“AİHM, ‘Cezaevinde koruman altındaki bu savunmasız insanları hem öldürmüşsün hem de ölümlerini soruşturmamışsın’ diyerek Türkiye’yi iki defa mahkûm etti.”

* * *

NEDEN SEZGİN TANRIKULU

Kürt sorunun barışçı yoldan çözümünün neden ‘acil ve şart’ olduğu, her geçen gün ortaya saçılan ‘kanlı ve pis’ gerçeklerle daha da iyi anlaşılıyor. 12 Eylül Anayasası’nın halkoyuyla değiştirilmesine niye karşı çıkıldığı da tabii iyice açığa çıkıyor. ‘Bu anayasa defalarca değiştirildi’ demelerine bakmayın, referandumla bu anayasanın ilk kez ruhuna dokunuldu. Yoksa bu ülkede 12 Eylül düzeni otuz yıldır sürdürüldü. Bunun en net kanıtı da, işkence ve infazlarıyla 12 Eylül darbe döneminin simgesi haline gelen Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar… Öyle ki, Diyarbakır zindanlarındaki işkenceler ve infazlar 12 Eylül darbe dönemiyle sınırlı kalmadı. Darbeden 16 yıl sonra da aynı cezaevinde gencecik insanlar katledildi. Türkiye’de hâla davası süren bu olayı avukat Sezgin Tanrıkulu AİHM’e götürdü ve Türkiye 800 bin avro tazminata mahkûm oldu. Dün bu katliamın 15’inci yılıydı. Bu davanın avukatı olan Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile konuştuk. Bizim yargı Diyarbakır cezaevini unutturmak istese de, Diyarbakır yaşadıklarını unutmuyor. Diyarbakır’da cumartesi ve Pazar günü, 12 Eylül 1980 darbesinin otuzuncu yılı nedeniyle paneller yapılacak ve Diyarbakır Cezaevi’nin gerçekleriyle yüzleşilecek. Canlı tanıklar, bu zindanlarda otuz yıldır gördükleri işkenceleri ve katliamları anlatacak. Böylece resmi tarihe, AİHM kararlarının yanı sıra, sözlü tarihle de cevap verilecek.

* * *



NEŞE DÜZEL: Siz, avukat olarak çok önemli işler yapıyorsunuz. Son olarak da, Diyarbakır Cezaevi’nde öldürülen on mahkûmla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittiniz. Dava konusu tam olarak neydi?

SEZGİN TANRIKULU: 24 Eylül 1996’da, Diyarbakır’da yakın tarihin en büyük katliamı yapıldı. Bugün bu katliamın 15’inci yılı. Tam 15 yıl önce, Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından cezaevinin bir koridorunda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırıldı ve on kişi öldü, 23 kişi ağır yaralandı. Bu dava hâlâ sonuçlandırılmadı.



Nasıl? Ne demek sonuçlandırılmadı? Dava hâlâ sürüyor mu?

Evet, aradan on dört yıl geçti, dava hâlâ sürüyor. Ben on dört yıldır, bu davanın her duruşmasına girdim. Moraliniz bozulacak ama bozulsun... Evet bozulsun... İnsanlar nasıl öldürülmüşler gözlerinizle görün. Bunlar, öldürülen gençlerin otopsileri sırasında çekilmiş fotoğrafları. Vücutlarına bakın... Ellerine bakın... Kafalarına bakın... Boyunlarına bakın...



Aman Allahım... Bir insan bedeni nasıl böyle paramparça edilebilir. Bir katliam bu.

Evet. Bir koğuşun katledilmesi bu. Sağ kalanlar anlattı... O kısacık ve daracık koridorda, duvarın dibinde dizlerinin üstüne çökmüşler. Başlarını ellerinin arasına alarak kendilerini korumaya çalışmışlar. Ellerine bakın... Böyle eller siz hiç gördünüz mü?



Ben bu fotoğrafları okurlara anlatamam...

Sopalarla, çivilerle bu hale getirmişler bu insanları. Biliyor musunuz, onların hiçbiri hükümlü değildi. Çoğu örgüt üyeliğinden tutukluydu, 169’dan yargılanıyorlardı... Yaşasalardı çoktan tahliye olmuşlardı.



Sizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüğünüz davanın konusu tam neydi?

O gün, 33 kişilik bu koğuşun görüşmesi vardı. Diğer koğuştan leğen istiyorlar. Başgardiyan “konuşmayın” diyor. Bunlar, “biz bir şey yapmadık, leğen istedik” diyorlar. Siz bana nasıl karşı çıkarsınız diye başgardiyanla bir tartışma yaşanıyor. Gardiyanlar, tartışma sırasında koridorun iki tarafındaki demir parmaklıkları kapatıyorlar ve bütün koğuşu daracık koridorun o kapatılan kısmında iki saat tutuyorlar. Bunlar, kapatıldıkları koridorda, görüşmecileriyle görüşmeye gitmeyi beklerken, cezaevi yönetimi, “bunlar isyan etti” diye Adalet Bakanlığı’na düzmece bir yazı yazıyor ve bunlar için sevk kararı çıkartıyor.



Sonra ne oluyor?

Cezaevinin diğer bölümündeki tutuklu ve hükümlüler durumu anlayıp olayı protesto etmeye başlıyorlar. Cezaevi idaresi de, bunları sevk etmek için polisten ve jandarmadan yardım istiyor. Bunlar gitmek istemiyorlar. Ve, gelen ekip tarafından öldürülüyorlar. Düşünün... Bunlar, anne babalarıyla, yakınlarıyla görüşmek için koğuştan çıkmışlar. Ellerinde hiçbir şey yok. Neyle isyan edecekler? Bu davada 70 polis ve jandarma yargılandı. ‘İsyan’ dedikleri olayda bir tanesinin bile burnu kanamamıştı. O sırada Şevket Kazan Adalet Bakanı’ydı.



Adalet Bakanı olarak ne yaptı?

Olayın ertesi günü Diyarbakır’a geldi. Yaralı polis ve askerleri görmek istedi. Bir kişi bile gösteremediler, çünkü yaralı tek bir polis ve asker yoktu. Zaten sonradan da askerî hastaneden ‘gerçeğe uygun olmayan raporlar’ aldılar. Şevket Kazan’a sorabilirsiniz. Hiçbir adalet bakanı ilgilenmedi bu davayla.



Yargılama nasıl sonuçlandı peki?

Askerlerin ve polislerin her birine beşer yıl ceza verdiler. Çıkarılan Rahşan Affı nedeniyle bir gün bile hapse girmeyeceklerdi ama Yargıtay bu kararı bile bozdu. İşte bu dava hâlâ sürüyor.



Dava on dört yıldır niye sürüyor?

Sürüyor, çünkü işkenceyle vahşice öldürülen bu çocuklar bir siyasal ve etnik kimliğe sahip oldukları için, Türkiye’de yargıçlar bu davayı bitirmek istemediler. Bu insanlar örgüt üyeliğinden yargılanıyorlardı ve ceza almayacakları da belliydi. Nitekim katliam sırasında ağır yaralanan 23 kişiden bir bölümü beraat etti. Bir bölümü de tahliye olduktan sonra yurtdışına kaçtı. Bu davanın on beşinci yılına girdik. On dört yılda on adalet bakanı, belki yüz hâkim değiştirdi bu dava. Yargıçlar, polisi ve askeri korudular.



AİHM’e ne zaman başvurdunuz?

2004’te davayı, sekiz ölen yakını ve 11 yaralı adına AİHM’e taşıdım. Dava altı yıl sürdü ve geçen mayısta sonuçlandı, AİHM, Türkiye’yi hem de iki kez mahkûm etti. Söz konusu kararda AİHM, ‘bu dava bitme aşamasına geldiği halde, senin yargıçlarının bu davayı bitirme niyetleri yok. Sen, cezaevinde koruman altındaki bu savunmasız insanları hem öldürmüşsün hem de ölümlerini soruşturmamışsın’ diyerek, Türkiye’yi yaşam hakkını ihlal etmekten iki defa mahkûm etti. Mağdur yakınlarına 800 bin avroya yakın tazminat ödenmesine karar verdi.



AİHM’in mahkûmiyet kararının Türkiye’deki uygulaması nasıl olacak?

Türkiye bu karardan sonra, yargıda, işkencecileri koruyan, onları yargılamayan, aksine onlara hoşgörüyle yaklaşan zihniyetten uzaklaşmak için tedbirler almak zorunda kalacak. Bizim yargıçlar bu fotoğrafları gördüler. Davanın dosyasında duruyor bu fotoğraflar. Bu davayı sonuçlandırmamak, yargıç vicdanıyla bağdaşmaz. Zaten Yargıtay Savcısı da 2006’da bu fotoğrafları gördükten sonra, “toplum vicdanının hiçbir zaman onarılamayacağı tarzda vahşice ve canavarca bir hisle meydana gelmiş bir eylem” dedi ve polislere ve askerlere daha ağır ceza verilmesini istedi. Ama savcıya rağmen Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, beş yıllık cüzi cezayı bile bozdu. Zaten Türkiye bölünecekse, yargının bu zihniyeti ve adaletsizlik duygusu yüzünden de bölünecek. Lütfen gidin, Diyarbakır Adliyesi’nde bir araştırma yapın.



Araştırma yapılırsa ne çıkacak ortaya?

Sadece siyasi suçlarda değil adlî suçlarda bile Türkiye’nin Batı’sına göre farklı cezalar veriliyor mahkemelerde. Hırsızlık suçu her yerde aynı kasıtla işlenir. Ama gelin görün ki, Diyarbakır’da verilen cezayla Samsun’da verilen ceza yüzde yüz farklıdır. Çünkü Yargıçlar tarafsız değiller. Kendilerini taraf olarak görüyorlar. 1990 kuşağı bunlar!



1990 kuşağı yargıçlar diğerlerinden farklı mı oluyor?

Bu çocuklar öyle bir ortamda büyüdüler ki, zihinsel olarak şekillendiler. Yargıç olsalar da, kendilerini taraf olarak görüyorlar. Şimdi Türkiye’nin AİHM’in 800 bin avroluk tazminat kararından sonra yapması gereken şu. Bu tazminat, bu davayı on dört yıldır bitirmeyen savcı ve yargıçlardan tahsil edilmeli!



Yasalar buna müsait mi?

Tabii müsait. Çünkü AB’ye uyum yasaları çıkarılırken, Devlet Memurları Yasası’nda bu konuda bir değişiklik yapıldı ama hiç uygulanmadı. Artık uygulanmalı! Türkiye, kendi memurlarının, yargıç ve savcılarının hatası yüzünden bugüne dek bizim vergilerimizden milyarlarca avro tazminat ödedi. Bu davada sorumluluk kimdeyse müfettişler saptasın ve 800 bin avro sorumlu olan savcı ve yargıçlardan tahsil edilsin! Hukuk sistemindeki perişanlığa böyle son verilebilir. Hem biliyor musunuz AİHM’e giden bu davanın adı ne?



Ne?

Perişan Türkiye davası! Biliyorsunuz... AİHM’e giden davaların dosyaları, başvuran mağdurun soyadıyla anılıyor. Bu davanın dosyasında da başvuru listesinin ilk sırasındaki mağdurun soyadı Perişan’dı. Dolayısıyla AİHM, bu davaya “Perişan Türkiye Dosyası” dedi. AİHM kararının adı da “Perişan Türkiye” oldu. Türkiye’de devletin perişanlığı, bir mahkeme kararının adına da yansıdı. 25 yıllık bu çatışma, bu savaş işte bizi bu hale getirdi!..

Hiç yorum yok: