19 Şubat 2009 Perşembe

Güneydoğu Ergenekon’u (1): Fırat’ın ötesi adaleti çağırıyor

Ergenekon, Güneydoğu’da ‘devlet’in ta kendisi. Askerden de polisten de ‘devlet’ diye bahsediyorlar. Ve devlet ilk kez umut vermiş onlara. Yirmi yıldır mahkum oldukları korkuyu aşıp, savcılıklara dilekçe yağdırıyor, ‘adres’ veriyorlar
window.google_render_ad();
“Helikopterden taburun ortasına atılmışlardı. Oğlumu bir çizgi şeklinde taramışlar. Helikopterden atıldığında, vücudu ikiye bölünmüştü.""Köyü taradılar. Kızım daha ilk anda vuruldu. Bütün köy kaçtı, ben kızımın cesedinin başında bekledim sabaha kadar." "Köylüleri topladılar. Aralarından seçip götürdüler. Ertesi gün cenazelerin tabura getirildiğini öğrendik. Savcı eşliğinde alabildik cenazeleri. Hiçbir tutanak tutulmadı." "Biri beyaz Toros, bir siyah araba arama noktaları kurmuşlardı. Kimlik kontrolü yapıyorlardı. Alıp, o beyaz Toros'a bindirdiler. Bir daha görmedik.""Muhtarı arayıp, hindi istediler. Üçü götürdü. Akşam eve dönmediler. Sabah gittiğimizde karakolun bahçesinde hindiler duruyordu. Ama onları bir daha görmedik"Yirmi yıllık sessizlikArtık içlerine gömdükleri acılarını haykırıyor, neredeyse 20 yılı aşkın bir zamandır çaresiz ve sessiz bekleyişten vazgeçip, savcılıklara, barolara, derneklere gidiyor, hayatlarında ilk kez dilekçe verip, adaletin yerine gelmesini istiyorlar. Ergenekon davası, bir çoğumuz için Türkiye'nin hukuk devleti olması yolunda kritik bir viraj. Güneydoğu'da ise çok daha fazla anlam ifade ediyor. Onlar için Ergenekon, bir ölüm-kalım davası. Bütün dikkatleri yaşamlarının bundan sonraki akışını belirleyecek en hayati konu olarak gördükleri bu davaya çevrili. Bugün Ergenekon davasının tutukluları arasında geçen bazı isimler, onların kabusu olmuş yıllarca. Levent Ersöz, Zekeriya Öztürk gibi isimlerin tutuklanabileceğine, yargılanabileceğine inanmakta zorluk çekseler de bu dava onların ilk kez umut etmesini sağlamış. Çocuklarının, kardeşlerinin, kocalarının, babalarının artık kaybolmayacağına, bütün köyün gözü önünde kurşuna dizilip, 'çatışmada öldü' denmeyeceğine, kaçırılıp işkence yapılıp, bir dere kenarında, su kuyusunda, terk edilmiş bir harabede cesetlerini bulmayacaklarına, evlerinin bir daha yakılmayacağına, kitleler halinde katledilmeyeceklerine inanmak istiyorlar. Burası Şırnak cumhuriyetiBölgede başvuru sayısı hızla artıyor. Bazıları geçmişte de savcılıklara dilekçe vermiş, ama çoğunluğu başvuru yapmayı bile düşünmemiş. Şırnak Barosu’na son bir ayda yapılan başvuru 70'e yakın. Çoğunluğunu ilk kez yapılan başvurular oluşturuyor. Nedenini de Güneydoğu'da adeta 'efsane' haline gelmiş, "Şırnak cumhuriyet, Silopi başkentti" sözüyle açıklıyorlar. Anlatımlarına göre bu 'cumhuriyet'te, yasaları koyan, uygulayan, yargılayan, hüküm veren ve infaz edenler hep aynı kişiler. Birkaç günde 30'a yakın 'O hal' mağduruyla yaptığım görüşmelerde öykülerin hemen hepsi 90'lı yıllarda başlıyor, "İlk kez şimdi dilekçe verdim" ya da "Dilekçe vermiştim ama bir şey çıkmadı"yla bitiyor. Anlatılanların çoğunda 'adres'ler, isimler, merkezler aynı: Kayıp değiller, failler belliKendilerinin de ısrarla vurguladığı gibi faili meçhul, ya da kayıp değil hiçbiri. Tanıklar, yerler, tarih belli. En az Aygan kadar ünlü, ondan çok daha fazla korktukları itirafçıların adlarını veriyorlar. Komutan isimleri sayıyorlar, 'ünlü' polislerden bahsediyorlar. İsimlerini bilmediklerini de tarif ediyorlar. Ama bölgede yerleşmiş, kimi sivil unsurların ve itirafçıların adlarını söylemekte tereddüt ediyor çoğu. Çünkü hala etkili olduklarını, savcılığa dilekçe vermeye giderken kendilerini göz hapsinde tutarak baskı kurmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Hatta bazı polis şeflerinin bu isimlerin önünde ceketini iliklediğini iddia ediyorlar. Onlar için Abdülkadir Aygan'dan çok daha ünlü ve tehlikeli olmuş bu isimlere henüz dokunulmamış oluşu, en önemli korku nedenlerinden. Artık bu korku bitsin Kuşaklar boyu süren dehşet yıllarına rağmen isteklerini "Geçmişe sünger çekmeye hazırız. Yeter ki bu korkudan kurtulalım. Artık başımıza bunların gelmeyeceğinin garantisi verilsin" sözleriyle tarif ediyorlar.Somut talepleri ise; "Anlattıklarına ilişkin Abdülkadir Aygan'ın ifadesine başvurulması, o dönem görev yapmış yetkililerin kimliklerinin belirlenmesi, komutanların, savcıların, belediye başkanlarının, kaymakamların dinlenmesi."Yani hukuk devletlerinde zaten yapılanları, onlar daha yeni talep edecek cesareti gösteriyorlar. Diyarbakır-Silopi hattında dinlediğim onlarca kişinin sözleriyle şekillenen tablo, bugüne kadar bütün bildiklerimizin, tahmin ettiklerimizin, zannettiklerimizin çok ötesinde. İnsan olmaktan utandımŞunu eklemeliyim ki; bize öğretilen en önemli mesleki ilkelerden olan 'gazetecinin özne olmaması'na sonuna kadar katılsam da bu kez bu kuralı çiğneyeceğim. Dinlediğim her bir öykü travma etkisi yarattı. Yalnız o acıyı hissetmedim, insan olmaktan utandım, suçluluk duydum. Günlerce uyuyamadım. Anlatılanlar gözümün önünde canlandı. Bazen bu duygular ikiye katlandı. Zaman zaman inanmakta zorluk çekip, şüpheye düştüm. Ama her biri diğerini doğruluyordu. Kullandıkları kavramları bile yerine oturtmak zamanımı aldı. Örneğin söze çocuğunun, babasının ya da kardeşinin kayıp olduğunu söyleyerek başladı çoğu. Ama öyküleri ilerledikçe kayıp olmadıklarını fark ettim. Onlar "kayıp"ı, yitirdikleri canlar için kullanıyordu. Kayıp kavramını, bizdekinin tersine 'belirsizliği' dışlayarak kullanıyorlardı. Faili meçhulleri de öyle. Çünkü nereye gittikleri de belliydi, kimin aldığı da, öldüren de. Kayıp dedikleri, alamadıkları cenazelerdi, bir mezarı bile olmayanlar. Bu tanıklıkları yorumsuz size aktarırken umudumuz bunların bir daha yaşanmayacağı bir ülkenin yaratılmasına katkıda bulunmak.Tanıklığa çağrıGüneydoğu'da mağdurlar, yakınları, avukatlar, insan hakları aktivistleri yaratılan bu korku ve dehşet tablosunun, o dönem Güneydoğu'da görev yapmış pek çok askerin, sivilin, yetkilinin de vicdanlarını sızlattığına eminler. Onlara bir çağrı yaparak, gördüklerini, yaşadıklarını, bildiklerini anlatmalarını istiyor ve şöyle sesleniyorlar: "Lütfen tanıklık yapın. Vicdanınızın sesini dinleyin. Eğer çekiniyorsanız, gizli tanıklıktan yararlanabilirsiniz. O günlere dönmemek için, adaleti sağlamak için konuşun. Barolara, sivil toplum kuruluşlarına başvurun. Bunun bir insanlık görevi olduğunu unutmayın. Bu vahşete tanık olmak bile mağdur olmaktır. Siz de mağdursunuz. Yerine getirdiğiniz emirlerin ağırlığıyla yüzleşin. Adaleti hep birlikte sağlayalım!"“Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü”Cemalettin Bayan, oğlu Sadun'u 1988 yılında 'kaybeder.' Gece yarısı Derebaşı ile Kösrak köyü arasındaki bir yerden silah sesleri duyarlar. Sabah, beş kişi köyde yetiştikleri sebze meyveyi Silopi'ye götürüp satmak için yola koyulurlar. Köyün yaklaşık 300 metre ilerisinde, 80-100 kişilik bir asker grubu önlerine çıkar ve durdururlar. Yola yakın bir yerde de iki çoban koyun otlatmaktadır. O iki köylüyü alıp komutanın yanına getirirler. Çocuklarımızı alıp gittiler"Bana 'sen köye dön', bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek' dediler. Bu yedi kişinin hepsinin yaşı da 30'un altındaydı. Ben köye döndüm mecbur. Onlar çocukları alıp gitti. Sadun, Üzeyir Arzıg, Reşit Eren, Fevzi Bayan ve iki çoban Abbas Çiğdem'le Münir Aydın'ı götürdüler. Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah İlçe Jandarmaya gidip, çocukları sormaya karar verdik. Neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi'ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler."Cemalettin ve diğer çocukların aileleri Silopi Tabur Komutanlığı'na giderler. Önce çocukların cenazelerinin orada olduğunu kabul etmezler. Onlar ısrar eder, 'cenazelerimizi verene kadar buradan gitmeyiz' derler. Gerilim yükselir, tartışma büyür, olaylar çıkar. Kaymakamlık binası taşlanır. Hürriyet Gazetesi olayı "Bunlar Türk olamaz" manşetiyle duyurur. Ama olayların çıkış nedenini yazmaz. Sonunda komutan, 'savcıyı getirin, cenazeleri öyle veririm' der. Gidip savcıyı getirirler. Savcı eşliğinde tabura girerler. "Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizmişlerdi. Oğlumu teşhis ettim. Sadun'u sırtından çizgi halinde taramışlardı. Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. Bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, 'susun' dedi. Hepsini alıp, bir traktörün arkasına dizdik. Camiye götürdük. İlçe halkının neredeyse tamamı toplandı. İlçe merkezindeki mezarlıkta kanal şeklinde, büyük bir mezar kazdık. Onları yan yana, tek sıra halinde gömdük.Köyü boşalt emri gelirOlaydan iki üç gün sonra Avukat Orhan Doğan ve o dönem ANAP milletvekili olan Nurettin Yılmaz taziyeye gelirler, bilgi alırlar. Cemalettin Bayan hepsine oğlunu askerlerin öldürdüğünü anlatır. Onlar gittikten sonra Cemalettin Bayan'ı, İlçe Emniyet Müdürlüğü'nden çağırırlar. Yasadışı gösteri organize etmekten ifadesini alırlar ve sorarlar: "Oğlunu kim öldürdü?" Cemalettin söyler: "Oğlumu askerler öldürdü." Oysa 'resmi' açıklama yedi gencin PKK ile çıkan çatışmada öldürüldüğüdür. Akşam bırakırlar. Köye döndüğünde muhtar olan kardeşi Abdülkerim'den, köyün boşaltılması için emir geldiğini, eğer boşaltmazlarsa kimseyi canlı bırakmayacaklarını söylediklerini öğrenir. Köyü boşaltıp, Silopi'ye taşınırlar. Hayvanlarını yarı fiyatına satıp, kiraya çıkarlar. İlkbahara kadar sessizce beklerler. İlkbahar geldiğinde kaymakama çıkıp, sebze-meyvelerini toplama izni isterler. İzin çıkar. Ama sabah gidip, akşam dönmek koşuluyla. Bir sabah yine köye giderlerken tam Yazı köyünden geçtikleri sırada askerler yolu çevirir. Herkesin geçmesine izin verirler ama Cemalettin'in katırını tutarlar. Oğlumu askerler öldürdü dayağı"Önce ayrıntılı bir arama yaptılar. Sonra komutan beni dövmeye başladı. Bir astsubaydı, komutan. Hem de soruyordu: 'Oğlunu kim öldürdü?' Ben yine oğlumu askerler öldürdü, dedim. Ağzıma öyle bir vurdu ki dişlerim elime döküldü. Karnıma, başıma, enseme vurdu. Yere düştüm, tekmeledi yine. Bayıldım. Kendime geldikten sonra bir askere, katırımı hazırlayıp beni göndermesini emretti. Komutan uzaklaşınca, asker yanıma geldi. Beni bir kütüğün üstüne çıkarıp, katıra binmeme yardım etti. O sırada kısık sesle 'seni öldürdüler amca ama elimden gelen bir şey yok' dedi."Polis Yusuf gelince anladım ki...Cemalettin Bayan'ın yaşadıkları bununla kalmaz. Bir gece damda yatarken, komşunun evine polisler gelir. Komşudan kendisini sorduklarını duyunca, 'onlara bir zarar gelmesin diye' kafasını kaldırır ve 'Cemalettin benim' der. Bölge halkının yakından tanıdığı Polis Yusuf'u görünce başına gelecekleri anlar. Götürüp nezarete atarlar. Gerisi, daha önce başına gelenlerin aynısıdır. Bir kaç kez daha nezarete alınır, dövülür, hakarete uğrar. Ama o inatla oğlunu askerlerin öldürdüğünü her yerde tekrarlar. Cemalettin Bayan, bölge için, özellikle de o dönem için oldukça cesur bir örnek. Hiç vazgeçmeden adaletin gerçekleşeceği günü beklemiş. O nedenle de öyküsünü bitirirken söylediği son söz "ölümüne davacıyım" oldu.YARIN:Tanıklar anlatıyor:- Köyün taranma emrini C.T adlı komutan verdi.- Askerlerin açtığı ateş sonucu iki çocuk öldü.- Botaş Karakolu’nun yakınlarında cesetler bulundu.

Hiç yorum yok: