13 Aralık 2010 Pazartesi

Orhan Miroğlu - Şah ve Sultan

YÜZLEŞME 29.11.2010


Roman ve sanata ilgi sözkonusu olduğunda, ‘bir yere ait olma ihtiyacıyla’ davranmak, insanı üzen sonuçlar yaratabilir.
Çünkü roman dâhil, bir sanat eserinden haz almak için, ‘bir yere ait olma’ duygusundan uzaklaşmak gerekir.
Bir sanat eserini, bu duygudan uzaklaşma gereği duymadan keşfetmeye çalışmak imkânsız bir şeydir aslında. Bu duyguyla aranıza bir mesafe koymayı başaramamışsanız, çok değerli bir eser, bir anda değersiz bir şey haline gelebilir.
Ama sadece sizin gözünüzde..
Tersi de olabilir aslında, mesela okuduğunuz bir romanın hiçbir yazınsal değeri yoktur da, sizin ait olduğunuzu hissettiğiniz dünyayı olumlamış olmasının hatırına, onu çok sevebilir, hak etmediği bir yere koyabilirsiniz.
İskender Pala’nın son romanı Sultan ve Şah’ı okuduğumda içimden işte dedim, okurların ‘bir yere ait olma ‘ ihtiyacını harekete geçirecek kışkırtıcı bir roman daha!.
Yazarının amacından bağımsız olarak, okurun ‘bir yere ait olma’ duygusunu harekete geçirmeye son derece müsait bir konusu var Şah ve Sultan’ın.
İskender Pala, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasında Çaldıran’da geçen kanlı savaşı anlatıyor çünkü.
Alevi toplumunun yaşadığı tarihsel travmanın kökleri Çaldıran’da yatıyor.
Alevi ve Sünniler çok farklı bir yerden bakarlar Çaldıran’da yaşananlara.
Sabiha Gökçen Havaalanı’nın adı değişsin diye yazdığım yazılardan sonra adı Yavuz Sultan Selim olan okulların adının değişmesi için yazı yazmamı talep eden okurlardan epey mail aldığımı hatırlıyorum.
Zorunlu din dersi, Alevileri ne kadar çok incitiyorsa, bugün adı Yavuz Sultan Selim olan okullara çocuklarını yollamak zorunda kalmaları, kabul etmek gerekir ki, bir o kadar daha incitiyor.
Doğrusu bu ülkede, Şah ve Sultan romanını ‘ bir yere ait olma’ ihtiyacı duymadan okumayı becerebilecek okurun bulunduğunu sanmıyorum..
Tıpkı birçok Kürt okurun, Tarık Ali’nin, Selahaddin’in Kitabı adını taşıyan romanını okurken, ‘bir yere ait olma duygusunu’ kuvvetle hissetmeleri gibi, Yavuz’un ve Şah İsmail’in anlatıldığı bir romanda aynı duyguyu, Alevi ve Sünni okurun hissetmesi de kaçınılmaz bir şeymiş gibi geliyor buna.
Çaldıran’da açılan yara kapanmadı çünkü. Çaldıran’ın yol açtığı toplumsal hafıza da unutulmadı.
Bu hafızayı güçlendiren vakalar tarihsel bir süreklilik içinde, Alevilerin toplumsal yaşamından hiç eksik olmadı. Dersim, Çorum, Maraş ve Madımak..
Bu tarihsel olayları anlatacak bir romanın, ‘bir yere ait olma’ duygusunu hissetmeden okunabileceğini düşünmemek gerekir.
Aynı şey Kürt okurlar için de geçerlidir bence.
Batı’yla Doğu’nun karşı karşıya kaldığı uzun bir tarihsel dönemde Müslüman ordularının Başkomutanı Selahaddin Eyyubi’nin, herhangi bir tarih anlatısında veya bu tarihî dönemi konu edinecek bir romanda, Kürt Selahaddin Eyyubi olarak tasavvur edilmesi Kürt okurlar için büyük önem taşıyabilir.
Kürtler, Selahaddin Eyyubi’nin; tarihsel olarak mümkün olup olmadığına bakmadan, ‘Kürt Davasına’ daha fazla katkıda bulunmuş bir lider kimliğiyle anlatılmasını beklerler. Tarık Ali’nin romanı Selahaddin’in Kitabı Kürtler arasında böyle bir beklentiyle okundu desem abartı olmaz.
Birkaç yıl önce romanı elime aldığımda, Tarık Ali’nin entelektüel birikiminin, yazdığı romanlara katacağı değeri de düşünüyor ve onun kaleminden çıkmış roman kişisi Selahaddin Eyyubi’yi büyük bir merak içinde ve bir an önce okumak istiyordum.
Tarık Ali’nin anlattığı Selahaddin, gerçek Selahaddin’den farklı biri değildi aslında.
Roman kişisi Selahaddin, Kürtler arasında düşünüldüğü gibi, ‘kendi milleti için’ yapması gerekeni yani Kürt kabilelerini derleyip toparlayıp tarih sahnesine çıkarmak manasında ‘ulusal bir vazifeyi’ ifa etmemiş olsa da, yaşamında iyi kötü Kürtlüğe dair bir şeyler barındırıyor ve doğrusu Batılı düşmanları onun Müslüman Arapların Sultanı olmuş bir Kürt olduğunu biliyorlardı.
Diyeceğim, bu türden tarihî romanların, gerçek yazınsal değerleriyle kendilerini kabul ettirmeleri bir hayli zordur.
Tarihsel romanlar, genel olarak bakıldığında estetik değerleriyle değil, ele aldıkları konuyla önem kazanırlar. Bu, sıradan okuru tatmin edebilir, ama gerçek edebiyat okuru için bir mana ifade etmez. Gerçek okur, okuduğu roman tarihî roman da olsa, onda estetik değerler arar.
Tarihsel roman yazarı iki şeyden birini tercih etmek zorundadır.
Ya romanını yazmak için seçtiği tarihsel konu ve o konuya mal olmuş kişiler hakkında sayfalar dolusu konuşarak, roman sanatını bu yolla tarih anlatma merakına feda edecektir, veya bu tarihsel konu ve hakikatlerle okurun gerçek bir yüzleşme yaşaması için, edebiyat zemininden kopmadan, bir romanda olması gereken estetik değerlere bağlılıktan asla taviz vermeden romanını yazıp bitirecektir.
Tarih bilgisi tarihsel roman için gerekli olsa da –İskender Pala romanını yazmak için altmış kitap okuduğunu söylüyor- kanaatimce romanda kurgu ve anlatım, daha önemlidir. Gerçek okur, tarih okumak istese, zaten bunun için romancıya ihtiyaç duymaz, ama gerçek okurun okumak istediği, estetik kaygılarla kaleme alınmış romandır.
Dolayısıyla romancının tarihselciliği bir yana bırakması gerekir. Tarihi yorumlamak romancının işi değildir. Milli edebiyat dönemlerinde, Stalin Rusyası’nda yapılan edebiyat böyle bir edebiyattı. Ismarlama yazarlar, ısmarlama romanlar yazıp durdular.
Romancı geçmişi tartışır elbette, ama bu tartışmanın şimdiye ne kattığını hesaplamak zorundadır.
Tarih romanı yazanlar, canımızı yakmaya devam eden herhangi bir tarihsel hafızaya yeniden dokunmuş olurlar.
Bu dokunuştan her yazarın beklediği farklı bir şeydir aslında.
İskender Pala kendisini bu romanı yazmaya götüren süreci, anlatırken şöyle diyor:
“Düşündüm ki Kürt meselesinden sonra önümüzde yakın vadede görünen bir açılım var: Alevi açılımı. Bunu bir problem olarak ortaya çıkarmaktansa ben bir kitap yazayım, bunun bir problem olmadan çözülebilecek bir barış alanı olduğunu anlatayım istedim.”
Tarihsel roman konusunda bu açıklıkla konuşmak cesur bir davranış.
Üstelik bu cesareti, Türkiye’nin en önemli iki sorunu üstünden, göstermek takdir edilecek bir tutum.
İskender Pala, Şah ve Sultan’da okura bakın size tarihi yanlış anlattılar, Şah İsmail de Yavuz Selim de aslında çok farklı kişilerdi deyip böyle bir şeyi ispat etmenin peşinde koşmuyor.
Ya da Turgut Özakman gibi, “Ey Millet, tarihimizi kuran kişileri unutturmaya çalışıyorlar, varlığımızı borçlu olduğumuz bu kişileri sakın ola ki kimse unutmasın!” diye, roman açısından hiçbir değeri olmayan acayip metinlerle çıkmıyor karşımıza. .
Ve İskender Pala, Elif Şafak’ın Aşk romanında yaptığı gibi, Alevi veya Sünni inanç kaynaklarındaki mistik değerleri yüceltmek için de yazmıyor romanını.
Romanını barış için yazdığını söyleyen bir yazar var karşımızda.
Gerçekten böyle mi peki, anlamak için, Şah ve Sultan’ı, ‘bir yere ait olma ihtiyacı’ hissetmeden okumak gerekiyor.

orhanmir@hotmail.com

Hiç yorum yok: