KUM SAATİ 05.12.2010 | |
| |
Hayatın sıradan ve alışılmış akışını aniden kesen büyük bir olayla sarsıldığımızda, mesela bir ölümle, mesela çok ciddi bir hastalıkla, mesela olağanüstü bir başarıyla karşılaştığımızda, o âna kadar çok önemli olan her şey birden önemini yitirir, silikleşir ve anlamları sırları dökülmüş eski bir ayna gibi parlaklığını kaybeder ya, canlıların arseniği varlıklarının yapıtaşı yapabileceğine dair buluş da bende aynı duyguyu yarattı. Genç bir kadın, iki meslektaşıyla birlikte önce bu “gerçeği” tahmin etmiş, sonra da bu tahminini araştırmalarla kanıtlamıştı. İnsanlık tarihini değiştirebilecek ve bilim anlayışımızı yeniden oluşturacak böyle görkemli bir buluşa tanık olduğumuz bir çağda diğer konular zihnimde sönükleştiler. Bu buluş, nasıl bir çağda yaşadığımızı birçok insan gibi bana da bir kere daha gösterdi. Muhteşem bir çağda yaşıyoruz. Tabii hemen arkasından da o acıklı soru geliyor. Biz, bu çağın bir parçası mıyız? Başka insanların “bulduklarını” kullanmakta, evet, bu çağın bir parçası olma yolunda ilerliyoruz. Teknolojik buluşların hayata kattığı aletler bizim ülkemize de eskiye kıyasla çok çabuk geliyor ve biz de onları kullanıyoruz. Ama “yaratıcılık” açısından, hayır, biz bu çağın bir parçası değiliz. Türkiye’nin dışında yaşayan ve bizim “yabancı” dediğimiz insanların Türkiye’ye katkısı, Türkiye’nin dünyaya olan katkısından ölçülemeyecek ölçüde daha fazla. “Yabancılar”, dünyanın yaşama biçimini değiştirebiliyor, biz kimsenin yaşama biçimini değiştiremiyoruz. Neden? Bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanın tümünün zekâca, “gelişmiş” toplumlardan çok geride olduğunu kabul etmek zor. Hep birlikte, tümden ahmak olamayız. Peki, neden biz hiçbir şey yaratamıyoruz? Neden hayatı değiştirecek buluşlar yapamıyoruz? Canlıların DNA’larında arseniği de kullanabileceklerini keşfetmek gibi olağanüstü buluşlardan söz etmiyorum ama mesela “tablet” bilgisayarlar konusunda bile niye bizim bir katkımız yok yeryüzüne? Türkiye, hiç var olmasaydı, insanlığın şu anda kullandığı hangi alet eksilirdi? Böyle bir kıyaslamayla baktığımızda, sonuç bizim için çok yaralayıcı. Bunun bir nedeni olmalı. Bu nedeni benden çok daha iyi saptayacak araştırmacılar ve bilim adamları vardır elbette ama benim tahminim, bizim bütün enerjimizi “geçen yüzyılda kalmış” toplumsal sorunları çözüp çözmemek konusunda harcamamız bizim yaratıcılığımızı zedeleyip eksiltiyor. Biz hâlâ “askerî vesayet” konusunu çözmeye çalışıyoruz, hâlâ Kürt meselesinde çıkış yolu arıyoruz, hâlâ gençler başörtüsü takabilir mi takamaz mı konusunu aşamıyoruz. Bu “kadim” sorunlarda da yol aldık hakça söylemek gerekirse ama bunları “bütünlüklü” bir şekilde çözemedik. Balyoz darbesinin sanığı üç generali terfi ettirmeyecek bir “sivil iradeye” kavuştuk ama darbecilerin asla terfi edemeyeceği bir sistem oluşturamadık. Bir dahaki sefere aynı konuyu belki yeniden tartışacağız, devlet içinde belki yeniden pazarlıklar olacak. Kürt meselesinde adımlar attık ama sorunu çözecek anayasal düzenlemeleri yapmakta hâlâ ayak sürüyoruz. Alevilerin “cemevlerini” ibadethane kabul edip etmemek bile hâlâ ciddi bir sorun. Türkiye’de “eski sorunlarda” yeni adımlar atmak konusunda AKP diğer partiler arasında rakipsiz biçimde birinci ama bu sorunları hep “perakende” olarak çözüyor, sorunun tekrarını sağlayacak bütünlüklü bir çözüm yaratamıyor. Yirmi Birinci Yüzyıl’ın insanlarının kullandığı aletleri kullanan ama Yirminci Yüzyıl’ın insanlarının zihniyetiyle düşünen bir yapımız var. Zihniyetimizin geçen yüzyılın sorunları içinde hapsolup kalması sanıyorum yaratıcılığımızı, zekâmızı ve enerjimizi ciddi biçimde buduyor. Kendi kendimizden sıkılır bir hale geliyoruz. Türkiye’de siyasetin bir rolü varsa herhalde o rol, bu sorunları bütünlüklü, kalıcı biçimde çözmek ve sadece “düşünce özgürlüğünün” değil, “düşünme ve yaratma” özgürlüğünün kapılarını bu ülkenin insanlarına açmak. Ancak o zaman belki bu çağın bir parçası olup, bu çağda yaşamanın tadını çıkartırız. Belki o zaman, sadece dünyanın bize verdiği armağanları kabul eden bir toplum olmaktan çıkıp, dünyaya kendisi de armağanlar veren bir toplum olabiliriz. Mutlaka bir gün bu olacak. Ama böyle bir çağda hâlâ bu kadar oyalanmaya gerek var mı? ahmetaltan111@gmail.com |
13 Aralık 2010 Pazartesi
Ahmet Altan -Bütünlük
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder