13 Aralık 2010 Pazartesi

Ahmet Altan - AKP ve yumurta

KUM SAATİ 11.12.2010
Ali Bayramoğlu dün Yeni Şafak’ta, AKP için daha önce yaptığı bir tanımı yeniden yayınladı.

“AKP yönetiminin vermeyi sevmesi ama istenmesinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyması...”
AKP vermeyi seviyor, kendisinden bir şey istenmesine ise çok öfkeleniyor.
Baktığınızda gerçekten öyle.
Büyük riskleri göze alarak Kürt açılımını, Ermeni açılımını, Alevi açılımını başlatabiliyor, AB yolunda büyük reformlar yapabiliyor...
Ama kendisinden talep edilen hiçbir şeyi de vermiyor, tam aksine öfkeyle reddediyor, bu isteğin “anlamsız” olduğunu söylüyor.

“Kendisi verir ama ondan istenirse öfkelenir.”
Bu, AKP’nin tanımı.
Peki, başka neyin tanımı?
Bu, “ağanın” tanımı aynı zamanda ya da Osmanlı sultanının tanımı.
Neyin, ne zaman, nasıl verileceğine o hükmedecek, sen ondan bir şey istemeyeceksin.
Toplumsal değişimin ritmini, süratini, vasfını belirleyecek bir halk yok, bir hayat yok, değişen koşullar yok, sadece “ağa” var.
Toplumun bütün kesimleri, akıllarını ve iradelerini “ağaya” teslim edecekler, en doğrusunu o bildiği için neyin ne zaman yapılacağına da o karar verecek.
Türkiye, bir yandan AKP’yle müthiş işler yaparken, bir yandan da büyük sürtüşmeler, saçma sapan tıkanmalar yaşıyor.
Bu çelişkinin altında da Bayramoğlu’nun teşhis ettiği “ağalık” sendromu yatıyor.
AKP, kendisi değiştirirken çok güçlü, değişime uyum sağlamakta ise çok yetersiz.
Bir taleple karşılaştığında, o talebi hızla toplumsal bir belaya çevirebiliyor.
İşte en yakın örnek öğrenciler.
Dün gene Yeni Şafak’ta Yasin Doğan imzasıyla yazan Başbakan’ın bir danışmanı, öğrenciler için şöyle diyordu:

“Olaylara karışanların çoğu örgütsel mantıkla hareket etmekte, olay çıkarmayı başlı başına bir amaç haline getirmektedir.”
İyi de, o çocukların amacı “olay çıkarmaksa”, sen onların “amacına” neden böylesine iştiyakla alet oluyorsun, onların amaçlarının gerçekleşmesine neden yardım ediyorsun?
Dolmabahçe’de yürüyen gençler bağırıp çağırsalar, polis tarafından insafsızca dövülmeseler, yerlerde sürüklenmeseler, tekmelenmeseler Türkiye’de bir “öğrenci” olayı patlar mıydı?
Ertesi gün televizyonların naklen yayın araçları profesörlere saldıran gençleri canlı yayınlarda gösterirler miydi?
Bir hükümet, bir toplumun içindeki kesimlerin taleplerini “bu haklı, gösteri yapabilir, bu haksız, gösteri yapamaz” diye ayıramaz.
Başörtü özgürlüğü isteyen de gösteri yapabilir, Kemalist bir düzen isteyen de gösteri yapabilir.
Birine hoşgörüyle, diğerine şiddetle yaklaşamazsın.
Hükümetin öncelikli görevi, insanların özgürce gösteri yapabilmelerini, gösterilerin şiddete dönüşmemesini sağlamaktır.
Gösterilerin şiddetini polislerin saldırılarıyla arttırmak ve polisleri savunmak değil.
Dolmabahçe olayında hükümetin tepkisi, bir siyasinin değil bir “ağanın” tepkisi.

“Sen beni kızdıracak bir iş yaparsan, beni kızdıracak bir şey istersen ben de seni polislere dövdürürüm.”
Dövdürürsün ama “2010 yılının üçüncü çeyreğinde Türkiye’nin Avrupa’nın en hızlı büyüyen ikinci ülkesi” olduğunu bildiren haberin olduğu gün bütün gazetelerin manşetleri yumurtaya ayrılır.
Kendi başarının üstüne, kendi hatanla kezzap dökersin.
Dünya krizdeyken Türkiye böyle hızlı büyüyorsa, böyle büyük bir başarı gösteriyorsa, sen niye bu başarını toplumun ortaklaşa paylaştığı bir sevince ve huzura çeviremiyorsun da bütün ülkeyi kaos içinde gösterecek akılsızlıklar yapıyorsun?
Çünkü sen ağasın.
Bir ülke “ağalıkla” yönetilmez, ne Başbakan Erdoğan bu ülkenin “ağası”, ne de bu ülkede yaşayanlar Erdoğan’ın yanaşmaları.
Erdoğan başbakan mı olacak, ağa mı olacak karar vermeli.
Başbakan olursa, yaptığı ve yapacağı işlerle tarihe geçecek, “ağalıktan” vazgeçmezse, en başarılı olduğu yerde gereksiz bela çıkartacak.
Erdoğan bir karar vermeli.
Ama daha önemlisi, AKP tabanı ve Erdoğan’ın destekçileri onun doğru bir karar vermesine yardımcı olmalı.
Bu da, onun her yaptığını alkışlamakla olacak bir iş değil bence.

Hiç yorum yok: