13 Aralık 2010 Pazartesi

Oya BAYDAR - Masumiyetini Yitiren Ülke


17.08.2010
İş yapan hata yapar sözü doğrudur; hatalar yapmış bir kuşağın üyesiyim ben. Yaşayan, hele de uzak ufuklara uçmaya çalışanlar hata yapar. Ama, bugün ayrı yerlere düştüklerimiz de dahil, benim kuşağımın solcuları, devrimcileri, daha yaşanası bir dünya için, daha özgür ve aydınlık bir Türkiye için yola çıktıklarında dağarcıklarında umut ve masumiyet vardı. Umut ve masumiyet kirlenmeyi engeller. Kötü adamlar her yerde bulunur; ama günahlarıyla sevaplarıyla, doğrularıyla yanlışlarıyla, kendisini de zedeleyen vahim hataları ve güneşi zaptetmeye yönelen pervasız cesaretiyle, benim kuşağım temiz bir kuşaktı. Umut ve masumiyet çağının çocuklarıydık biz.

Hani sık sık sorduğumuz “Bize ne oldu?” sorusu var ya, şimdi bunun cevabını bulduğumu sanıyorum: Toplumca ve ülkece masumiyetimizi yitirdik. Kötü insanlar olduk, habis olduk. Sevgisiz, vicdansız, kaskatı olduk. Düşmanlar belledik, daha doğrusu düşmanlar bellettiler bize, cephelere böldüler. Askeri strateji barışmayı, uzlaşmayı, diyalogu reddeder. Cepheleştirir ki, tüm güçleri oraya toplayıp karşı cepheye yüklenebilsin, karşı cephedekileri imha edebilsin. Askeri stratejinin kurbanları olduk... 

Vicdan yazılarına yorum yazan tıklayıcılara, yazdıkları satırlar hakaret dolu ve incitici de olsa cevap vermemeyi ilke edinmiştim. Adam/kadın görüşünü, tepkisini bildiriyor, hakkı değil mi? Beğenmek, yandaş olmak kadar beğenmemek, katılmamak, karşı olmak, fikrini söylemek de herkesin hakkı.

Ama kendi uydurduğu yalanı, kişiliğinizi yıpratmak için yaptığı tahrifatı, hiç söylemediğiniz, hiç düşünmediğiniz şeyleri size atfetmek de hakkı mı? Küfretmek, nefret söylemi geliştirmek de hakkı mı?

Türkiye’nin bunca sorunu, bunca önemli güncel gelişme varken, haftada bir kullanma ayrıcalığım olan bu köşeyi neden böyle bir konuya ayırdığımı sorabilir, hatta eleştirebilirsiniz. İçim acıyor da ondan. Yanlış anlamayın, kendime değil; masumiyetlerini bu kadar yitirmiş, bu kadar nefretle doldurulmuş, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edemez hale getirilmiş ve kendi doğrusu dışında bir başka fikre bırakın ifade özgürlüğü tanımayı, varlığına bile tahammül edemeyen, gereğinde yalanlarla, katli vaciptir diye yok etmeye soyunan bir zihniyetin insanlarımızı esir alabilmesine içim acıyor. 

Yüzlercesi arasından, bu yazıyı tetikleyen sadece birkaç örnek: Bir süre önce bir tıklayıcı, yazımda tek bir sözcüğün bile doğru olmadığını söyledikten sonra, “Tabii AKP destekçisisin, çünkü oralardan nemalanıyorsun”, gibi bir satırla bitirmişti tık’ını. Canım sıkılmış, iki satır yazmak geçmişti içimden. Yakışık almaz, diye düşünmüştüm sonra. Otuz yıldır romanlarımdan aldığım telif ve bir de SSK emeklisi maaşım hariç hiçbir yerden, -ne otuz yıl sonra yazmaya başladığım Taraf’tan ne T24’ten -tek bir kuruş almadığımı yazmayı ayıp saymıştım. Bir zamanlar Sovyetlerden ruble aldığımızı ciddi ciddi söyleyenleri hatırlamıştım. Çünkü sadece satılmışlar insanların ve fikirlerinin satın alınabileceğini düşünür.

Sonra merak ettim, sadece bana mı böyle yalan, haksız, salakça ve anlamsız saldırılar geliyor tıkçılardan diye. Olabilirdi, çünkü ezberlerinin bozulmasına olanak tanımayan, aslında ezberlerine ve kendilerine güvenmeyen, bu yüzden de farklı düşünenden ölesiye korkan taşlaşmış kafaların varlığını biliyordum. Onların kafalarının bulanmaması, soru sormaya başlamamaları için her türlü namussuzluğu mubah sayan ağababalarını da iyi tanıyordum. Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, T24’te ve başka gazetelerin internet sitelerinde yazarlara gelen okur yorumlarına baktım. Aman Allah, halime şükredeyim! Bana yazılanlar iltifat gibi kalır neredeyse. Kabalık, tahrifat, okuduğunu anlamamak hadi neyse; ama düpedüz yalanlar, bu yalanlara dayalı hakaretler, kişiliğe saldırılar, kin kusmalar... 

Kalemle yazılan baltayla sökülmez derdi eskiler. Şimdi daha da beter; internet ortamında yazılan en keskin balta olan zamanla da sökülmez. Bilgisayarcı oğlumla dertleşirken, “Senin internet ortamından hoşlanmadığını, bu işi beceremediğini biliyorum, canın sıkılmasın diye söylemek istemedim, ama mademki açtın konuyu, hele bir şuralara gir” deyip birkaç adres verdi bana. Bir de “Googel’a girip adını yaz, bak neler çıkıyor” dedi. İlk kez girip baktım; övgüler falan vardı, güzel, ama birkaç tık ötede şunları okuyunca, gençlerin terimiyle “koptum abiler!” Irak savaşını, Amerikan işgalini desteklediğim, Bilgi Üniversitesi’ndeki bir toplantıda bu desteğimi ifade ettiğim yazılıydı. 11 Eylül’den sonra “Terörün gücüne de gücün terörüne de hayır” diyerek kurduğumuz, ABD’nin Irak’ı işgaline, Irak savaşına karşı her kesimden onbinlerce insanın  katıldığı mitingler düzenlemek için canımızı dişimize taktığımız, 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi için
Meclis kapılarında sabahlayıp, milletvekillerinin, parti yöneticilerinin kapılarını aşındırdığımız Barış Girişimi’nin kurucularından ve sözcülerinden biriydim. Ve her kim ise o utanmaz ve düzenbaz, bu satırları yazabiliyor, adına internet sitesi denilen bir yerlerde de bu yalanlarla tarihe not düşülüyordu!

Okur yorumlarına göz attığımda, -sadece kendiminkilere değil başka yazarlara gelen yorumlara da- bazen acaba yazı mı karıştı diye sayfanın üstüne çıkıp bakma ihtiyacı duyduğum oluyor.

Örneğin AKP’yi eleştiren, daha doğrusu AKP’nin sınıfsal tabanını sergileyip sınırlılıklarını anlatan bir yazının altına, okur, tabii AKP’den nemalandığınız için böyle yazıyorsunuz diyebiliyor. Ya da referandumda ne yönde oy vereceğini açıklayanlara gelen yorumlara bakıyorum ve yine acaba bir yanlışlık mı var diyerek yazının aslına dönme ihtiyacı duyuyorum. Dikkatimi çeken şey: bu türden tıklamaların sahiplerinin kendi doğrularından başka doğru olamayacağına inançları, başkalarının doğrularına, değerlerine, düşüncelerine,  ne dediklerini anlamaya bile çalışmadan, karşıdakini kendi kafasındaki kutulardan birine yerleştirip büyük bir saygısızlıkla ve saldırganlıkla karşı çıkmaları. Hayır, karşı çıkmak da değil küfür etmeleri; ötekinin inancını, düşüncesini, değerini, kutsalını ayaklar altında çiğnemekten çekinmemeleri.

Son örneklerden biri: Bülent Arınç kendisiyle yapılan bir röportajda Ergenekon davalarından tutuklu Balbay, Özkan, Haberal gibi sanıkların tutukluluklarını vicdanına sığdıramadığını söylüyor.

Okur habere öyle bir yorum yapıyor ki, ruh sağlığınız yerindeyse kanınız donuyor. Söyleyen Arınç olduğu için herhal, bakın Arınç bile böyle söylüyor deyip bir haksızlığa karşı çıkmayı sürdüreceğine adamlar tutuklu kalsın, yatsınlar içerde diyor neredeyse. Yani aslında kendinin hiçbir fikri, hiçbir özgürlükçü demokratik talebi yok, sadece karşı cephedekine hıncı, düşmanlığı var.

Bu ülkede bir kesim var ki hep onlar doğru, onların düşünceleri, değerleri tartışmasız. Her şey siyah beyaz onlar için. Ya siyahlardan yanasınız, ya beyazlardan. Hele bir düşünelim acaba başka türlü olabilir mi; yüzleşelim ezberlerimizle, sorgulayalım, belki başkalarının da doğruları vardır diyorsanız katliniz vaciptir.

Sonra düşünüyorum: İktidar lideriyle muhalefet liderinin Türkiye’nin  önemli ve hassas bir döneminde, anayasa gibi bir konuda, senin havuzun benim havuzum; senin kafatasın benim sülalem, senin gömleğin benim pantolonum, senin İşçi Sigortaları emekliliğin benim memur emekliliğimden mek parmak ileri gidemeyen dalaşmalarına şahit olunca, bunları pek yadırgamamak gerek belki de, diyorum kendi kendime. Siyaset ortamının yarattığı yeni kuşaklar umut ve masumiyetten nasiplerini alamayınca, parti liderinin de, tıklayıcının da düzeyi bu oluyor. 

Bana en fazla koyansa,  kimilerinin bu dalaşa sol adına katılmaları. Kendini solcu sanan veya sandırılan kimi zavallıların, etik sınırları aşan saldırıları acıtıyor. Sol’un özgürlükçü, çoğulcu, demokratik özünü yok sayan ve yok eden düşünce despotluğu, mesela şu son referandum sürecinde sözde sol adına uygulanıyor. Ben/biz şöyle düşünüyoruz,  şuna itiraz ediyoruz, şunu yetersiz buluyoruz, bu yüzden de evet/hayır/boykot diyoruz yerine hakaret, karalama, öfke gırla gidiyor. Daha önce de yazdım: Bu anayasa referandumunda evet diyen, hayır diyen, boykotçu arkadaşlarım var. Kimisinin aklına fikrine, etik duruşuna, yurttaş bilincine, hukuk bilgisine kendimden çok güvenirim. Aynı noktada değilsek, bunun psikolojik, bireysel, siyasal bir dolu nedeni vardır. Belki onlar, belki de ben yanılmışımdır, zaman gösterir. Birbirimizi düşman ilan etmek, hasımlaşmak, uzaklaşmak ve saygısızlaşmak neden?

Diyeceğim o ki, solun bir ahlakı ve vicdanı vardır hanımlar-beyler! Bir de umudu ve masumiyeti. Bu iki kavram birbirine sıkı sıkıya da bağlıdır zaten. Bugün kendine sol diyen; yüz elli yıl, seksen yıl, elli yıl öncesine takılıp kalmış, üstüne bir de cepheleştiricilerin balyozunu yemiş zavallı kafalar masumiyetlerini yitirmişlerdir. Çünkü gelecek umutları yoktur, çünkü geleceği kurmak için hiçbir vizyona ve güce sahip değillerdir. Hırçınlıkları ve insansızlıkları da buradan doğmaktadır zaten. 

Hiç yorum yok: