24.08.2010
Aydın Engin’e ve onun gibi düşünen arkadaşlarıma katılmıyorum: Anayasa referandumu, anayasa konusunda demokratik bir tartışma ortamı yaratarak kitleleri siyasal yaşama dahil edip bir adım öteye götürmedi; aksine, yurttaş katılımı ve bilinci açısından bugüne kadar görülmedik bir aşınmaya, yozlaşmaya, lumpenleşmeye yol açtı.
Boy (ben sadece 150 santimim, hiç konuşmamam gerekir Arınç’ın ölçülerine göre), soy (benimki epeyce karışıktır, sayısız vatan hainliklerimden tahmin edebileceğiniz gibi), yüzme havuzu (bende havuzlu villa yok, ama Marmara adasında denizin üstünde derme çatma evim var) derken, iş geldi sünnetçi Çiçek’in, (utanmayalım, eşyayı adıyla analım) “çük” muhabbetine dayandı. Referandum gibi, herkesin kendi tercihi, kendi özgür iradesiyle oy kullanacağı bir konuda Başbakan’ın, TÜSİAD ve diğer örgütleri görüş açıklamaya zorlayan “taraf olmayan bertaraf olur” sözünün, “yetersiz ama evet” tavrımı derinden sarstığını ve tepki oyuna dönüştürebileceğini de eklemem gerek.
1960’taki 27 Mayıs ordu müdahalesinden beri, yani yarım yüzyıldır siyasal gelişmeleri izlemiş, gözlemci ya da aktör sıfatıyla içinde yer almış biri olarak, şu son zamanlardaki siyasal çirkefleşmenin, düzeysizliğin, saygısızlığın bir benzerinin bugüne kadar yaşanmamış olduğuna yeminli tanıklık edebilirim.
Kimse sevinmesin, kimse alınmasın: Bu yozlaşmada, bu lumpenleşmede, bu siyasal kültür aşınmasında meydanlarda bağırışanlardan hiçbiri ötekinden daha temiz, daha düzeyli, daha az sorumlu değil. Al Tayyip Erdoğan’ı, vur onunla aşık atmaya çalışan “umutsuzluğumuzun son umudu!” Kılıçdaroğlu’na; al Bahçeli’yi, vur Kürt siyasetinin şahinlerine... Şu ana kadar kimse villa, havuz, boy, soy, sünnet, şerefsizlik, alçaklık söylemlerinin mek parmak ötesinde birşeyler söylemiş, bir çözüm, bir öneri dile getirmiş değil.
Ve siz; miting meydanlarında, televizyon ekranlarında, gazete manşetlerinde en hamasi, en içeriksiz, en yalan, en pespaye söylemleri tekrarlayan sözde liderler, hemen arkanızda duran hınk diyicileriniz, parti ileri gelenleriniz; bu ülkenin kanadığının, lime lime olduğunun, kinle nefretle dolduğunun, ölüme yattığının ne kadar farkındasınız? Ya da umurunuzda mı bu dağılma, bu kavga, bu kan? Sadece o lanetli, o Allahın belası iktidar tutkusu mu sizleri bu kadar şuursuz, bu kadar gözü dönmüş ve bu kadar budala kılan?
Evet, bu bir öfke ve isyan yazısı. Türküyle Kürdüyle, bu topraklar üzerinde yaşayan halkların, hepimizin kaderine hükmedenlerin sorumsuzluğuna, bireysel ve örgütsel iktidar hırslarına ve çapsızlıklarına duyduğum öfkenin ve hiçbir şey yapamama çaresizliğinin yarattığı isyanın dile geldiği, belki de yazılması yanlış olan, kendini sakınmayan, karnından konuşmayan bir yazı. Taa yürekten gelen, vicdanın isyanını dile getiren yazılar hep yadırganır, yanlış sayılır zaten. Olsun! Yanlışlarıma bir yanlış, günahlarıma bir günah daha katayım. Belki bir tek muktedir duyar benim gibilerin çığlığını. Ve belki bütün oy hesaplarından, iktidar tutkusundan kopup insanı hatırlar; siyasetin değil vicdanın gözüyle bakmayı dener.
Türkiye’nin; çözülmedikçe aş ve iş’ten demokrasi sorununa kadar hiçbir sorununun çözülemeyeceği Kürt sorununun geldiği noktada, havada uçuşan “alçaklık, şerefsizlik” hakaretleri yazdırdı bu yazıyı. Gelişmeleri kısaca özetleyelim: Minicik, titrek bir umut doğuyor; PKK ateşkes ilan ediyor. Kandil iktidar odağından Karayılan acele açıklama yapıyor: “Artık açıklamakta mahzur yok, hükümet / devlet bizimle görüştü” diyor; gücümüzü anladılar, pazarlığa yanaştılar, demeye getiriyor.
Karayılan kendi tabanına mesaj veriyor, kendini güçlü gösteriyor, silah bırakmayı pazarlıkta sağlanmış bir taviz, bir zafer olarak sunuyor ve Türk milliyetçiliğinin meşrebini iyi bildiğinden, AKP’yi köşeye sıkıştırmaya, referandum sürecinde zayıflatmaya çalışıyor. Bu sözler medya-iletişim ortamına düştüğü andan itibaren, yeminli Kürt düşmanı savaş lobisi ve onun kuyruğundaki MHP ve CHP tarafından nasıl kullanılacağını pekalâ biliyor; asla bir dil sürçmesi, bir boşbağazlık değil. Hemen ardından, MHP’nin hükümete yönelik “PKK ile alçakça pazarlık, dize gelme, evet oyları için cumhuriyeti yıkıma götürme” salvosu başlıyor. MHP’yi kerteriz alan Kılıçdaroğlu geri kalır mı!
Hemen repliğini veriyor: PKK ile neler görüşüldü, pazarlık nedir? Aç, açıkla, vb... Erdoğan’ın cevabı ise içler acısı. Kürt silahlı hareketiyle, PKK ile, “bunlar” dediği Kürt liderliği ile görüşüldüğünü yemin billah reddederken (Pinokyo olsaydı burnu uzardı), “ Bu şerefsizliği yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar, hesabını vereceklerdir” diye kükrüyor.
Oysa, ülkeyi kan ve kin götürürken, hükümet olarak, iktidar olarak ve daha da önemlisi muhalefet olarak yapmanız gereken tek şey o “alçaklık” dediğiniz adımı cesurca atmaktır. Dünyanın her yerinde benzer sorunları çözmek, kanı durdurmak ve ülkenin birliğini, halkların huzurunu sağlamak için başvurulan yöntemi denemek: Diyalog, tartışma, uzlaşma yoluna girmektir.
Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk, satılmışlık, vb., türünden hakarete varan sözcüklerin peynir ekmek gibi tüketildiği şu referandum ortamında, Kürt sorununa ne bahasına olursa olsun, kiminle görüşmek gerekiyorsa onunla görüşüp uzlaşma zeminde çözüm aramamak bu ülkeye karşı işlenmiş en büyük suç ve gerçek alçaklıktır. Bu cesareti gösterebilecek bir iktidar veya muhalefetin olmaması bizleri hiç hak etmediğimiz bu düzeysiz siyaset ortamının mağdurları kılıyor.
Benim çaresizlikten doğan isyanım buna işte. Eğer ülkede kanın durması, özgürlüklerin genişlemesi, bunca zamandır mağdur edilmiş, zulme uğratılmış Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarının tanınması ve taleplerinin konuşulmaya başlanması için devlet ve iktidar adım atmıyorsa, diyaloğa girmiyor, bunu şerefsizlik sayıyorsa, ve o ülkenin muhalefeti, iktidarı bu yönde adımlar atmadığı için değil de atmış olabileceği için alçaklıkla itham ediliyor, eleştiriyorsa, bana göre gerçek alçaklık budur. Ve bu alçaklık payını, ne yazık ki iktidar ve muhalefet eşit bölüşmektedirler. Temennim, bu anlamda bir “alçaklık” yarışına girmeleri, barışı sağlama “alçaklığını” yaparak yükselebilmeleridir.
Boy (ben sadece 150 santimim, hiç konuşmamam gerekir Arınç’ın ölçülerine göre), soy (benimki epeyce karışıktır, sayısız vatan hainliklerimden tahmin edebileceğiniz gibi), yüzme havuzu (bende havuzlu villa yok, ama Marmara adasında denizin üstünde derme çatma evim var) derken, iş geldi sünnetçi Çiçek’in, (utanmayalım, eşyayı adıyla analım) “çük” muhabbetine dayandı. Referandum gibi, herkesin kendi tercihi, kendi özgür iradesiyle oy kullanacağı bir konuda Başbakan’ın, TÜSİAD ve diğer örgütleri görüş açıklamaya zorlayan “taraf olmayan bertaraf olur” sözünün, “yetersiz ama evet” tavrımı derinden sarstığını ve tepki oyuna dönüştürebileceğini de eklemem gerek.
1960’taki 27 Mayıs ordu müdahalesinden beri, yani yarım yüzyıldır siyasal gelişmeleri izlemiş, gözlemci ya da aktör sıfatıyla içinde yer almış biri olarak, şu son zamanlardaki siyasal çirkefleşmenin, düzeysizliğin, saygısızlığın bir benzerinin bugüne kadar yaşanmamış olduğuna yeminli tanıklık edebilirim.
Kimse sevinmesin, kimse alınmasın: Bu yozlaşmada, bu lumpenleşmede, bu siyasal kültür aşınmasında meydanlarda bağırışanlardan hiçbiri ötekinden daha temiz, daha düzeyli, daha az sorumlu değil. Al Tayyip Erdoğan’ı, vur onunla aşık atmaya çalışan “umutsuzluğumuzun son umudu!” Kılıçdaroğlu’na; al Bahçeli’yi, vur Kürt siyasetinin şahinlerine... Şu ana kadar kimse villa, havuz, boy, soy, sünnet, şerefsizlik, alçaklık söylemlerinin mek parmak ötesinde birşeyler söylemiş, bir çözüm, bir öneri dile getirmiş değil.
Ve siz; miting meydanlarında, televizyon ekranlarında, gazete manşetlerinde en hamasi, en içeriksiz, en yalan, en pespaye söylemleri tekrarlayan sözde liderler, hemen arkanızda duran hınk diyicileriniz, parti ileri gelenleriniz; bu ülkenin kanadığının, lime lime olduğunun, kinle nefretle dolduğunun, ölüme yattığının ne kadar farkındasınız? Ya da umurunuzda mı bu dağılma, bu kavga, bu kan? Sadece o lanetli, o Allahın belası iktidar tutkusu mu sizleri bu kadar şuursuz, bu kadar gözü dönmüş ve bu kadar budala kılan?
Evet, bu bir öfke ve isyan yazısı. Türküyle Kürdüyle, bu topraklar üzerinde yaşayan halkların, hepimizin kaderine hükmedenlerin sorumsuzluğuna, bireysel ve örgütsel iktidar hırslarına ve çapsızlıklarına duyduğum öfkenin ve hiçbir şey yapamama çaresizliğinin yarattığı isyanın dile geldiği, belki de yazılması yanlış olan, kendini sakınmayan, karnından konuşmayan bir yazı. Taa yürekten gelen, vicdanın isyanını dile getiren yazılar hep yadırganır, yanlış sayılır zaten. Olsun! Yanlışlarıma bir yanlış, günahlarıma bir günah daha katayım. Belki bir tek muktedir duyar benim gibilerin çığlığını. Ve belki bütün oy hesaplarından, iktidar tutkusundan kopup insanı hatırlar; siyasetin değil vicdanın gözüyle bakmayı dener.
Türkiye’nin; çözülmedikçe aş ve iş’ten demokrasi sorununa kadar hiçbir sorununun çözülemeyeceği Kürt sorununun geldiği noktada, havada uçuşan “alçaklık, şerefsizlik” hakaretleri yazdırdı bu yazıyı. Gelişmeleri kısaca özetleyelim: Minicik, titrek bir umut doğuyor; PKK ateşkes ilan ediyor. Kandil iktidar odağından Karayılan acele açıklama yapıyor: “Artık açıklamakta mahzur yok, hükümet / devlet bizimle görüştü” diyor; gücümüzü anladılar, pazarlığa yanaştılar, demeye getiriyor.
Karayılan kendi tabanına mesaj veriyor, kendini güçlü gösteriyor, silah bırakmayı pazarlıkta sağlanmış bir taviz, bir zafer olarak sunuyor ve Türk milliyetçiliğinin meşrebini iyi bildiğinden, AKP’yi köşeye sıkıştırmaya, referandum sürecinde zayıflatmaya çalışıyor. Bu sözler medya-iletişim ortamına düştüğü andan itibaren, yeminli Kürt düşmanı savaş lobisi ve onun kuyruğundaki MHP ve CHP tarafından nasıl kullanılacağını pekalâ biliyor; asla bir dil sürçmesi, bir boşbağazlık değil. Hemen ardından, MHP’nin hükümete yönelik “PKK ile alçakça pazarlık, dize gelme, evet oyları için cumhuriyeti yıkıma götürme” salvosu başlıyor. MHP’yi kerteriz alan Kılıçdaroğlu geri kalır mı!
Hemen repliğini veriyor: PKK ile neler görüşüldü, pazarlık nedir? Aç, açıkla, vb... Erdoğan’ın cevabı ise içler acısı. Kürt silahlı hareketiyle, PKK ile, “bunlar” dediği Kürt liderliği ile görüşüldüğünü yemin billah reddederken (Pinokyo olsaydı burnu uzardı), “ Bu şerefsizliği yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar, hesabını vereceklerdir” diye kükrüyor.
Oysa, ülkeyi kan ve kin götürürken, hükümet olarak, iktidar olarak ve daha da önemlisi muhalefet olarak yapmanız gereken tek şey o “alçaklık” dediğiniz adımı cesurca atmaktır. Dünyanın her yerinde benzer sorunları çözmek, kanı durdurmak ve ülkenin birliğini, halkların huzurunu sağlamak için başvurulan yöntemi denemek: Diyalog, tartışma, uzlaşma yoluna girmektir.
Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk, satılmışlık, vb., türünden hakarete varan sözcüklerin peynir ekmek gibi tüketildiği şu referandum ortamında, Kürt sorununa ne bahasına olursa olsun, kiminle görüşmek gerekiyorsa onunla görüşüp uzlaşma zeminde çözüm aramamak bu ülkeye karşı işlenmiş en büyük suç ve gerçek alçaklıktır. Bu cesareti gösterebilecek bir iktidar veya muhalefetin olmaması bizleri hiç hak etmediğimiz bu düzeysiz siyaset ortamının mağdurları kılıyor.
Benim çaresizlikten doğan isyanım buna işte. Eğer ülkede kanın durması, özgürlüklerin genişlemesi, bunca zamandır mağdur edilmiş, zulme uğratılmış Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarının tanınması ve taleplerinin konuşulmaya başlanması için devlet ve iktidar adım atmıyorsa, diyaloğa girmiyor, bunu şerefsizlik sayıyorsa, ve o ülkenin muhalefeti, iktidarı bu yönde adımlar atmadığı için değil de atmış olabileceği için alçaklıkla itham ediliyor, eleştiriyorsa, bana göre gerçek alçaklık budur. Ve bu alçaklık payını, ne yazık ki iktidar ve muhalefet eşit bölüşmektedirler. Temennim, bu anlamda bir “alçaklık” yarışına girmeleri, barışı sağlama “alçaklığını” yaparak yükselebilmeleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder