Demokrasi ve biz Sami SELÇUK RSS
Fransız düşünürü Jacques Attali’ye göre, 1900 yılında bugünkü anlamda demokrasi hiçbir ülkede yoktu. 2006 yılında ise 119 ülkede, yani dünya devletlerinin %62’sinde çok partili rejim var.
Hiç kuşkusuz yetkin, optimal demokrasi bunların pek azında var.
Göstermelik demokrasisiyle Türkiye, bu son küme içinde değil.
Bunun ve ülkemizde yaşanan olumsuzlukların birçok nedeni bulunmaktadır.
Bölük pörçük paketler ardında sürüklenen Türkiye, çağcıl demokrasinin koordinatlarını sağlam temellere oturtan yepyeni bir anayasa yapmadığı sürece de demokrasiye asla kavuşamayacaktır.
Bu anayasal engeli ve çarpıklığı çok iyi bilmeliyiz.
Başka nedenler de var, elbette.
Türk toplumu çok partili düzene Osmanlı Devletinin ancak son döneminde girebilmiş; doğal olarak çok geç kalmıştır.
Gerçekten çağcıl demokrasinin alt yapısı, ne Selçuklularda ne de Osmanlılarda bulunuyordu. Türk toplumu, Batı toplumlarındaki gibi, yerel birimlerde kendi kendisini yöneten meclislere hiç gerek duymamıştı.
Kuşkusuz bu önemli bir eksikliktir. Aslında kapalı bir yapı içinde ve “siyaseten katl”i benimseyen bir hukuk düzeninde 1614’te Fransız Kralını eleştiren ne bir Miron çıkabilir ne de kendi kendini yönetme bilinci gelişebilir.
Gerçi İslam, başlangıçta bir aydınlanma süreci yaşamıştı. Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina, Biruni, Elcezeri, Harezmi gibi bilginler, düşünürler yetişmişti. Bundan bin yıl önce El-Battani dünyanın ekseni çevresinde dönüşünü 2 dakika ve 24 saniye yanılgısıyla hesaplamış, Halife Me’mun zamanında trigonometrinin temel kavramları oluşturulmuştu. Horsanlı Gıyasettin Cemşit’in bu konudaki buluşları yadsınamazdı. Bu yöntemle Akdeniz’in genişliği, yer küresinin daireleri arasındaki uzaklığın 111.000 km olduğu saptanmıştı. El Cabir, matematiğe sıfır sayısını sokmuş; İbni Heysem, cebir bilimini kurmuş; maddenin atom ve moleküllerden oluştuğunu kanıtlamıştı. Cabir bin Hayyam, atom kuramının temellerini atmıştı.
Ancak bu aydınlanma dönemi, uzun sürmemiş; ardılları bu bilginleri daha sonraları “tekfir”likle suçlamışlardır. Büyük bir üniversitenin temellerini atan ilk Rektör Gazzali, ilkin felsefe ile buluşmuş, daha sonraları ise felsefeyi aşağılayıp dışlamış; büyük bilginlerden Birgivi, gökbilimin (astronomi) sadece namaz vakitlerini saptamak için gerekli olduğunu belirtmiştir.
Daha sonraları Ak Şemseddin ve onun çömezi Fatih, matematik, gökbilim gibi dallara çok önem verirler. Bunun sonucunda Ali Kuşçu matematikte, Takiyuddin Efendi gökbilimde olağanüstü başarılar sergilerler. Ancak Fatihin torunu Yavuz, aktarmalı (nakli) bilimleri öne çıkarır, 1515’te matbaayı ölüm cezasıyla yasaklar (Phillip Mansel, Konstantiniye).
Osmanlı döneminin büyük hukukçusu Ebussuud Efendi (1492-1573), Amerika’nın keşfedildiği yıl doğar. Ancak bu keşiften de, yeryüzünün gerçek büyüklüğünden ve coğrafyadan da habersizdir. “Dünyayı fethettik, fethedilecek yer kalmadı. Her şeyi biliyoruz. Artık sadece dini bilimlerle uğraşalım” yolundaki ünlü fetvasını verir.
Karanlık dönemin başladığı andır, bu. Çünkü fen bilimleri, matematik, geometri yasaklanır, rasathane yıkılır. 4. Murat döneminde Ayasofya imamı Kadızadeli Mehmet Efendi, akla dayanan bilimlere önem verenlerin, bu arada Mevlana’nın, Yunus’un kâfir olduklarını duyurur.
Batıda matbaa 1438’de bulunur; 1455’te 42 satırlık Mazarin Kutsal Kitabı basılır. Osmanlıda Yahudiler, 1488, Ermeniler 1567, Rumlar 1627 yıllarında ilk kitaplarını basarlar; Müslümanlar ise matbaanın bulunuşundan 289 ve Rumlardan 100 yıl sonra 1727’deki resmi izinle 1729’da ilk olarak “Vankulu Lügatı”nı basarlar. Batıda ilk gazete Anvers’de 1605’te, bizde ise 235 yıl sonra 1840’ta çıkar.
Yaşanmış şu olay ibret vericidir: 1776’da Mühendishane-i Bahri Hümayunu kuran Baron de Tott, 1784’te yazdığı “Mémoires sur les turcs ve les tartares” adlı yapıtında (cilt, 3, s. 212-215) özetle şunları anlatmaktadır: Baron’un tavsiyesiyle 3. Mustafa riyaziye mektebi kurulmasını buyurur. Mektebin başına Baron geçecektir. Medresenin başına geçmek isteyen kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği daha iyi bildikleri iddiasıyla buna karşı çıkarlar. Bir toplantı yapılır. Baron, üçgenin açılarının toplamını sorar. Müderrisler, bahriye subayları tartışmak için izin isterler. Yanıt: “Üçgenine göre değişir”. Oturumda padişah yoktur, ama iki hükümet yetkilisi bulunmaktadır.
Bu olay 1770’te Rusların Osmanlı donanmasını yakmasından üç yıl sonradır. 1789 Devriminden 16 yıl öncedir.
Gerçi 1730’larda Fransız Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) müderrislere matematik derslerini vermiştir. Ama durum budur.
Tam bu sırada Avrupa Aydınlanma yüzyılını yaşamakta, sanayi Devrimine doğru yol almaktadır. Aydınlanma yüzyılının iki büyük devlet başkanı vardır: Büyük Frederik ve 2. Katerina. İkisi de dönemin büyük düşünürlerinden yararlanmaktadır. Osmanlı Sultanı 3. Ahmet ise, Büyük Frederik’ten Osmanlı’yı kurtarmak için üç müneccim istemektedir.
Bir zamanlar sadrazamı krallara denk, kendisi krallar üstü sayılan görkemli Osmanlı Sultanı, 19. yüzyıldan itibaren Avrupalı elçilerin muhatabı olmaya başlayacaktır.
Sonuçta İmparatorluk yıkılır. Cumhuriyet kurulur.
Cumhuriyetin başlangıcından beri değişmeyen öz, “İrade-i milliyeyi hâkim ve kuvâ-ı milliyeyi âmil kılmak”tır.
Bu iki ilke, temelde demokrasinin bir özetidir.
Ancak Âli ve Fuat paşalardan bu yana, Osmanlı ve Cumhuriyet seçkinleri, bu iki ilkeye karşın, tıpkı Fransa’daki soylular ve rahipler gibi, “üçüncü sınıf”a (tiers état), yanı halka bir türlü güvenememişler, çoğu zaman ötekileştirdikleri “baldırı çıplaklar”ın (sans culottes) ekonomik güce kavuştukça iktidardan pay istemelerinden ve karar düzeneklerine ağmalarından korkmuşlardır.
Bu korkuda, toplumsal yapının da etkisi kuşkusuz büyüktür.
Cumhuriyetin başlangıcında Türkiye savaştan yeni çıkmıştır. Okuryazarı yok denecek oranda azdır. Boy/oymak (aşiret/kabile/tribu) yapılanmasından kurtulamamış; Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış; sınıf katmanları oluşmamış bir toplum söz konusudur.
Bu açıkların, evrim değil, ilkin devrim yöntemiyle giderilmesi, daha sonra demokrasiye geçilmesi düşüncesi; Atatürk’ün deyişiyle “haraset-i fikriye” (endoctrinement) anlayışı ağır basar.
Aslında faşizme de şiddetle karşı çıkan Atatürk’ün uzak amacı (telos) demokrasidir ve bugünün anlayışının çok ötesindedir: “Biz öyle bir rejim istiyoruz ki, diyordu Genel Yazmanına, gelecekte padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler.”
Bizler, özellikle de siyasetçilerimiz bu anlayışın o denli çok uzağındalar ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder