30 Kasım 2010 Salı

Murat Belge - Özgürlüğün Tanımı

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 13.11.2010




Referandumdan bu yana, bizim ülkede varolagelen ayrımlara 58’ler ve 42’ler de eklendi. Bunlar, şüphesiz, önemli bir ayrımı temsil eden sayılar; ama aynı zamanda, öyle çok homojen iki topluluğu temsil ettikleri de söylenemez. Çünkü ne de olsa, bir referandum sonucundan söz ediyoruz: falan ve filan anayasa maddesi değişikliklerine “evet” diyenler ve “hayır” diyenler. Türkiye’de çok kişi siyasi partilerle de “kişisel” ilişki kurar. Bu referandum da, kimbilir kaç milyon kişi “Bizimkiler benden X oyu vermemi bekliyor” diyerek ve hangi maddenin nasıl değiştiğini bilmeden ve zaten işin burasına önem vermeden gidip oy kullanmıştır. Bu ülkede her partinin bu tip taraftarları vardır. Bütün bu etkenler daha da heterojen kümelenmeler yaratıyor.

Dün de değindiğim gayrı resmî yasakları, “mahalle baskısı” türünden olguları düşünüyorum. Bugün yarın ‘içki yasaklansın” ya da “ilkokulda tesettür serbest kalsın” gibi konularda da referandum yapmaya kalkışırsak ne sonuç alınır, tam bilemiyorum, ama son referandumda “hayır” diyenlerden bazılarının bunlara “evet” diyeceğini, “evet” demiş olanların bir kısmının da şiddetle karşı çıkacağını tahmin edebiliyorum.

Tabii böyle içeriği olan bir referandum yapılmaz. Yapıldığında böyle bir rejime “plebisiter faşizm” adını verebiliriz. Muhafazakâr bir iktidar, muhafazakârlığın toplumda yaygın olduğunu bilerek, böyle talepleri bir referandumda çoğunluğa onaylatabilir, böylece uygulamasına “demokratik” görünüm kazandırmış olur. Böyle böyle, recmederek insan öldürmeyi de, el kol kesmeyi de “demokratik” hale getirirsiniz.

Ben Türkiye’de böyle şeyler olacağını düşünenlerden değilim. AKP iktidar olalı, “takiye” feryatları, “gizli gündem” iddiaları aralıksız devam etti. Sekiz yıl geçti. “Takiye”nin somut bir örneğini gösteren olmadı. Ya yok böyle bir program ya da o kadar başarılı bir biçimde gizli ki göremiyoruz. Ama bu kadar gizli bir şeriat devleti nasıl kurulacak, onu da anlamak zor.

Bu sekiz yıllık iktidar süresince, böyle iddiaların tam tersi denecek gelişmeler oldu. Örneğin bir tarihte “Nevizade’yi kapatacaklar” feryatları göğe yükselirken Nevizade kapanmadığı gibi İstanbul tarihi boyunca görülmemiş biçimde bir “açık hava kenti” oldu.

Ama, burada da “eşitsiz gelişme”. Heterojen bir toplum ve burada her birim kendi başlangıç koşullarına, ilke ve kurallarına göre yolundan yürüyor, yani karşıt yönlerde ilerleyen birçok eğilim birarada –ama birbirlerine mesafeli- varolabiliyor. Dün de yazdığım gibi, İstanbul bir “açık hava kenti” oluyor ama birçok kentte son içkili yerler de kapanıyor.

Bunlardan dolayı hükümetin, hükümeti kuran parti üyelerinin, seçilmiş belediyelerinin vs. daha dikkatli davranmaları gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de Başbakan... Başbakan’ın mütedeyyin olduğunu, İslâm’ın kurallarına uygun yaşadığını biliyoruz hepimiz. Ama üzüm suyu içeceğimize (tabii belirli bir kıvama gelmiş üzüm suyu) üzümü yememizin bizim için daha iyi olacağını anlatmaya başlaması iyi olmuyor. Özellikle de, gene dün sözünü ettiğim, bizde hiç eksik olmayan işgüzarlar, her iktidarın militanlığını yapmaya teşne olanlar açısından.

Ben kendi hesabıma sosyalizmin insan mutluluğu için en iyi, en düzgün sistem olduğuna inanırım ve başkalarını da buna ikna etmek için elimden geleni yaparım. Bunu kendime hak olarak görüyorsam, bir İslamcının da benzer bir etkinliği İslam adına göstermesine bir itirazım yok. Ama zorlama olmamalı; hele iktidar imkânlarını kullanarak insanları belirli davranış biçimlerine yönlendirme çabası hiç olmamalı.

Bunu herkesten önce, şu, bu, hangi inanç, hangi “izm” ise, onun sahipleri böyle anlamalı diye düşünüyorum. Çünkü bir ilkeler sistemini kendi aklıyla değil, başkasının zoruyla kabul edenler, o sistem için “faydalı” kişiler olmazlar.

Doğu Avrupa sosyalizmi böyle bir düzen kurmuştu. Zorlamaya dayanıyordu. Nasıl çöktüğünü hepimiz seyrettik. Üstelik, o bir zamanların (o şekilde) sosyalist olmuş toplumlarında nasıl bir insan malzemesi oluştuğunu da seyrettik, gördük.

İran’a ben gitmedim, ama giden çok sayıda tanıdığım var. İçkinin çok yaygın olduğunu, evlerde bile üretildiğini anlatıyorlar. Ama resmen yasak!

İşte bu “resmen yasak” toplumları, farklı ideolojilerde de olabilir, ama sonuçta aynı şeyi, yani aynı ikiyüzlülüğü üretiyorlar. Biz de bir “resmî ideoloji” toplumu olduğumuz için bu anlatmaya çalıştığım durumun yabancısı değiliz.

“Zarf” görece kolay değişir de, “mazruf”u değiştirmek zordur.

Hiç yorum yok: