30 Kasım 2010 Salı

Murat Belge - 2010 sonunda din ve laiklik

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 14.11.2010




2000 yılına girerken, “yirmi birinci yüzyıla” ya da “ikinci binyıla”, biz Türkler kadar “din”le haşır neşir olmaya devam eden bir toplum olmadığını yazdığımı hatırlıyorum. Bu yüzyılın ya da bu binyılın birinci onyılını da kapatıyoruz ve “durum devam ediyor”.

Geride bıraktığımız yüzyılda böyle bir fenomenin gözlemlendiğini ileri süren yazar ve düşünürler olmuştu. Şöyle açıklıyorlardı olayı: 18. yüzyılda Aydınlanma, doğayı bilimlerin açıklaması üstüne Avrupa’nın düşünce yapısını belirlemiş. 19. yüzyılda bilimle teknolojinin birleşmesiyle Sanayi Devrimi başlamış, bu gelişmeler Batı’da hayatın ve düşüncenin sekülerleşmesine yol açmıştı. Ama bütün bu teknik imkânlarla ve bu “özgürleşmiş akıl”la insanların yaptıkları, örneğin iki korkunç dünya savaşı, atom bombası ve onu izleyen yeni silahlar, Nazizm ve işlediği insanlık suçları, doğanın kirletilmesi (listeyi alabildiğine uzatabilirsiniz) birçok insanın bu “insani başarılar”dan nefret edip yeniden dine dönmelerine, sarılmalarına sebep olmuştu.

Tabii hayatın bilinmezlerinde ve ölümün şaşmazlığında, her çağda insanı böyle bir arayışa, umuda yönelten özellikler var.

Yukarıda özetlediğim tarihi biz Türkiye’de doğrudan doğruya yaşamadık aslında. Bazı sonuçları bizi dolaylı olarak etkiledi. Güçlü olmak için teknoloji sahibi olmak istedik. O zaman o teknolojiyi üreten düşünceyle şöyle bir tanışır gibi olduk. Hiçbir zaman zihnimizi sekülerleştirmedik. Dolayısıyla “laiklik” de bu topraklarda bağnaz bir din kılığına girdi.

Yani burada din hiçbir zaman gitmedi ki şimdi geri geldiğini söyleyelim. Hiçbir zaman seküler olmadık ki şimdi seküler düşünce tarzından vazgeçmiş olalım.

Bu böyle olmakla birlikte, dinin ne olduğu ya da olması gerektiği, nasıl yaşanması, neyi belirlemesi gerektiği üzerine kavga da hiç bitmedi. Dinin geleneksel kutsallıklarına karşı “modernizm”in kutsallığı olarak anlaşılan “milliyetçilik” kutsallıkları yerleştirilmek istendi. Ama bu girişim hiçbir zaman toplumun tamamını ikna etmedi. “Atatürkçülük” olarak belletilen milliyetçilik hiçbir zaman toplumun tamamını biçimlendirmedi.

Bugün 13 kasım, cumartesi... Sabah gazetesinde Nazlı Ilıcak yazısına şöyle bir başlık koymuş: “Atatürk’ü neden hâlâ tartışıyoruz?” Sonra kısaca “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” gibi uygulamalara değiniyor. Uğruna on yılda bir darbe yapılan “Atatürk ilkeleri”nin CHP’nin altı oku olduğunu söylüyor, bunların çeşitli Anayasalara nasıl ve ne zaman girdiğini özetliyor ve şu sonuca, son cümleye ulaşıyor: “İşte Atatürk’ü, bu siyasi taassup gölgeliyor ve hâlâ sert tartışmaların konusu yapıyor.”

Ben de bu saptamaya katılıyorum. Ama bunun yukarıda bir çizgisini özetlemeye çalıştığım “laiklik” kavgasının bütününü içerdiğini düşünüyorum. Bu toplumun bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, bir tartışma olmadı. Bir “çekişme” oldu. Ve kimse, rakibi ortadan kaldıracak “çekme gücü”nü bulamadı. Cumhuriyet’in bir tarihi var, ama bu çekişmenin sanki bir tarihi yok, çünkü tarih “değişim” demektir, oysa burada neredeyse bir değişiklik olmuyor. Ellilerde Atatürk’ü korumak üzere kanun çıkaranlar altmışta “Atatürk ilkeleri”ne ihanet ettikleri için bir darbeyle devriliyorlar ve bazıları idam ediliyor. Ama bu ihanetin arkası bir türlü kesilmiyor. Atatürkçü kesim sürekli “irtica”ya taviz verildiğini iddia ederken darbelerin de sonu gelmiyor. Dünya değiştiği için (Soğuk Savaş bitiyor, falan filan) darbe yapmanın üslubunu değiştirebiliyor, örneğin araya bir de “post-modern” darbe sıkıştırabiliyoruz, ama darbe yapmayı zorunlu kılan koşulları bir türlü ortadan kaldıramıyoruz. Bugün de ilkokul çağında kızların örtünmelerinin gerekip gerekmediğinden daha “heyecanlı” bir sorunumuz, bir “tartışma” konumuz yok.

Doksan yıl sonra bu Cumhuriyet hâlâ böyle ağır tehdit altındaysa, bunun nedeni ne olabilir? Acaba bu Cumhuriyet’in kendisinde her koşulda kendini yeniden üretmeyi başaran bir kusur olmasın? Bunca darbe, bunca idam, bunca kanun, bunca eğitim, and, şu bu, hâlâ bu “kötü niyetli” kişiler temizlenemiyor, hâlâ tehdit devam ediyorsa, bunu nasıl açıklayacağız? Yoksa bütün toplum mu suçlu?

O zaman da uğraşmaya değmez

Hiç yorum yok: