30 Kasım 2010 Salı

Mehmet ALTAN - Tatil bitti

mehmetaltan@stargazete.com


Dün uzun tatilin son günüydü... Erkenden kalktım, gazetelere göz attım... Teker teker konuları not ettim, tükettiğimiz haftayı gözden geçirdim, tüketeceğimiz haftanın da muhtemel gündemini kestirmeye çalıştım.

Karşıma koca bir liste çıkınca, ne yazacağım konusunda kararsız kaldım.

Son NATO toplantısını, “dünya dengeleri” üzerinden okumaya hiç özen göstermeden, dünyanın tek ülkesi Türkiye’ymiş gibi anlatan bol hamaset soslu haberlerle dünya basınındaki analizler arasındaki farklar eğlenceli bir konu olabilirdi...

Türkiye’yi bunaltabilecek olan Kıbrıs’ta çözüm konusu da ele alınabilirdi...

Bir başka ciddi mesele OECD’nin Ekonomik Görünüm Raporu’nun Türkiye bölümündeki uyarılardı... Geçen gün benim de dile getirdiğim endişelere bu raporda da dikkat çekiliyor, ekonominin taşıdığı risk noktalarına vurgu yapılıyordu. Üzerinde hassasiyetle durulması gereken bu rapor da başlı başına bir yazı konusuydu...

Aslında yüksek faizlerle Amerika’nın tasarruflarını kullanan İrlanda’nın nasıl duvara tosladığı da bizim için önemli bir örnekti... Bunu da yazabilirdim...

***

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu gezisi, Diyarbakır’da “3. yoldan” söz etmesi, Deniz Baykal’ın bu kez de Kılıçdaroğlu’nu çelmelemeye kalkması, iç siyaset açısından gündemin bir maddesiydi...

Siyaset deyince de...

Geçen haftanın benim için en üzücü gelişmesine; tüm yaşamı boyunca sol siyasetin kavşak noktasında çok önemli bir rol üstlenen Nihat Sargın’ın ölümüne yoğunlaştım...

İlk gençlik yıllarımın sakin, güleç ve sabırlı figürü Nihat Sargın’ı, eşi Yıldız Hanım’ı, Baştımar’ları, Mehmet Ali Aybar’ı, Sadun Bey’i anımsadım... Baktım ki günlük bir köşe yazısı boyutlarını çok aşan anılara dalıyorum...

***

Daldığım anılardan, Nihat Bey’i de yutuveren Kasım ayının da aynı Kurban bayramı tatili gibi bitmekte olduğu gerçeğine geri döndüm...

Her insanın kendi özel tarihi var.

Bazen bu özel tarih, kalabalıkların ortak yaşadığı olaylarla çakışıyor, bazen de herkesten uzakta kendi olaylarıyla, duygularını dokuyor.

Aslında Kasım ortalarındaki bir gün de, bana gençliğimi, geçmişte yaşadıklarımı buruk bir lezzetle hatırlatır. Taze şarabın tadına benzer bir tat siner günüme. Gençliğimi, geçmiş günleri, kendi özel tarihimi yâd ederim.

O bağ bozumu ertesinde hemen şişelenen taze şarabın adı Beaujolais’dir (bojole)... Bende de Beaujolais peşine düşmek eski bir alışkanlık... 1 Kasım olduğunda, dünya milletlerinin “ölüler günü” için mezarlıkları doldurmasını anımsamak gibi... 11 Kasım’ın, dokuz milyon insanın öldüğü Birinci Dünya Savaşı’nın ateşkes günü olduğunu unutmamak gibi... Aslında Beaujolais’nin peşine düşmek yitip giden gençliğin, onun yabancı diyarlardaki suretinin peşine düşmek gibi...

***

Beaujolais, Massif Central bölgesindeki Loire ve Soane Irmağı arasındaki bölgenin adı... Bölge, şaraplarıyla ünlü... Beaujolais bölgesi 1951 yılından beri mevsimin ilk ürününü şişeleyip piyasaya sürmekte... Bu gelenek o tarihten beri hiç değişmedi... Değişen, Beaujolais’nin piyasaya çıkış tarihi ile piyasada kalış süresi...

Eskiden 15 Kasım’da piyasaya çıkardı, şimdi 19 Kasım’da çıkıyor...

***

2010 yılında “Beaujolais Nouveau” etiketinde taze şarabı anında yakalamakla kalmadım, buna bir de Kasım dolunayı eşlik etti...

Dolunay da benim için, gizli bir tarikatın gizli ayini gibidir... Adım adım izlerim. Üstelik büyük ayin ertesini de bırakmam... Önce ortadan kaybolur, ardından yavaş yavaş tüm gizemi ve cazibesiyle incecik bir çizgi halinde yeniden görünür... Kaçınılmaz bir şekilde peşine düşersiniz, böylesine tutkulu bir takip sonucu önce yarım bir silueti, ardından dolunay ışığının büyüsünü görürsünüz sonra yeniden yavaş yavaş kayboluşunu...

Yaz aylarında düşman bulutlardan arınmış bir gökyüzünde daha parlak göründüğünden hayranları daha da çoğalır... Kış aylarında ise onu istediğimiz kadar sık ve parlak göremeyiz.

Hâlbuki bu Kasım öyle olmadı, dolunay kendini gizleyip, saklamadı...

***

İnsanın çocuksu bir tarafı var... Aynı olayı bazen bin kez yaşasa da heyecanı ilk günkü kadar taze kalabiliyor... Ben İstanbul Boğazı’nı her gördüğümde heyecanlanırım... Dolunayı her gördüğümde de... Beaujolais Nouveau’yu her tattığımda da...

2010 yılı Kasım ayı biterken taze şarabı ve Kasım mehtabını bir arada yakalayınca da heyecanlandım...

Tatil bitse de...

Gençlik geride kalsa da...

Böyle bir tesadüfî şans az şey mi diye düşündüm...

Zaten kişisel tarihime de 2010 Kasım’ı öyle not ettim

Hiç yorum yok: