30 Kasım 2010 Salı

Murat Belge -Merasim kültürü

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 31.10.2010




“Anmak” insani bir ihtiyaçtır. Temelinde “mevsimlerin dönüşü” olması çok muhtemeldir, çünkü dünyanın her yerinde “Nevruz”, “Hıdrellez” gibi “Bahar Ayinleri” vardır. Bunlar, her yıl tekrarlanan günler veya dönemler olduğu için, bir yandan da “hayatın devam”ını simgeler.

Yakın zamanlara gelirken, sevinmek ya da üzülmek için “anmak” gereğini duyduğumuz şeyler değişti. Hele milliyetçilik çağında, her millet kendi tarihinin belirleyici saydığı olaylarını anıyor. Ama bunu yaparken, “anma” fiilinin geçmişten kalma birçok ögesini de muhafaza ediyor, edebiliyor.

Diyelim Fransızlar, Bastille’in yakılışı demek olan 14 Temmuz’u kutlarlar, anarlar. Bu anma14 Temmuz 1790’da, 14 Temmuz 1919’da, 14 Temmuz 1946’da ve 14 Temmuz 2010’da aynı kutlama olabilir mi? Yani, insanlarda aynı duyguları uyandırabilir mi? Bir Fransız politikacı, diyelim Danton veya Marat’ın 14 Temmuz 1791’de girdiği ruh halini, bırakın yeniden yaşamak, tasavvur edebilir mi?

Çok zor. Olaylar kendileri ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, zamanaşımına uğramalarından kaçınılamaz. “İnsan psikolojisi” diye bir şey var.

Onun için, tarihimizin ya da geleneğimizin bu türden olaylarına önem veriyor, bunların “ilelebet” toplumda bir duygu ortaklığı yaratmasını istiyoruz, “anma” olayına bir neşe, şenlik katmanız gerekir. Fransız milleti, 14 Temmuz’u sokaklarda sabaha kadar içerek, gülerek, şarkı söyleyerek, dans ederek kutluyor. Bunları yaparken birçoklarının zihninde Bastille’e giren Paris “sansculotte”larının anısı ya da imgesinin canlandığını sanmıyorum –hatta onların yerine başka türden “culotte” imgeleri gelip gidebilir. Ama sonuç olarak bu, Devrim’in başladığı gündür, Fransa’nın Fransa olma yolunda büyük bir adım attığı gündür vb. Ve sonuç olarak kutlanan budur. İşin paradoksu, kutlarken, neyi kutladığını ne kadar unutursan, kutlama o kadar şenlikli olur.

Bu betimlemeye çalıştığım anlayış bizlerin anlayışına uygun değil, yakın da değil. Biz belki sporcunun zeki olanını, “entertainer”ın güler yüzlü, hatta düpedüz “sulu” olanını seviyor olabiliriz ama “merasim” dendi mi, merasimin çatık kaşlı olanından yanayızdır. Bu bakımdan bizim anmamızda vesilenin kutlama mı, yas mı olduğu da fazla fark etmez. Anmak üzere bizim yapacağımız “jestler” üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Böyle olduğu için bu “resmî” ve “milli” anma günlerinin ancak adı “bayram”dır. Büyük çoğunluğu –resmî törenlerde yer almak zorunda olmayanları- asıl ilgilendiren yanı da tatil olup olmadığıdır. Oysa bu aynı toplum, geleneksel bayramlarını, Şeker ve Kurban Bayramlarını kendine göre kutlamanın yollarını bulmuştur. Bunlar çok mu şenlikli? Belki değil. Gene zorluklar var: Bayram’da kimlere gitmek zorundayız? Ne şeker alalım? vb. Zorunluluklar da sıkıcılık yaratır. Ama, geniş kitle çerçevesinde bu iki bayram ötekilerin hiçbir zaman olmadığı kadar otantiktir, sahicidir.

Biz de Avrupa’ya ayak uydurarak 19. yüzyılda başlayıp gelenek icat etmeye başladık. Bu icatlarımızdan biri “Muayede”dir. Dolmabahçe Sarayı’nın en büyük salonu bunun için yapılmış (Topkapı’da bir “muadil”i yok ). Şüphesiz her merasim, onu planlayanın nihai beklentisini bir şekilde yansıtır. Seçtiğimiz tören biçiminde siz bir yerde oturuyor ve önünüzden askerler yürüyorsa, demek her şeyden önceki beklentiniz güçlü bir orduya sahip olduğunuzu görmek, bu konuda güven tazelemektir. Osmanlı’nın muayedesindeyse, toplumun padişahına sadakati törenleştirilmişti. Padişah bir noktada durur; yanında “saçak” denen ve devleti, daha doğrusu “devletlû”yu temsil eden amblemi tutarak biri durur. Toplumun temsilcileri kuyruk olur, padişaha temenna edip saçağı da öperek ağır ağır geçerler. Resm-i geçit gibi bu da bir “teftiş”tir aslında, ama askerden çok sivil toplumun teftişten geçmesidir.

Çankaya’daki resepsiyona televizyonda bakarken alsında bugünkü törensiliğin de bu geçmişe ne kadar bağlı olduğunu düşündüm. Cumhurbaşkanı Padişah gibi yarı-kutsal, yarı-tanrı bir varlık olmadığı için bugünkü törende ona dokunuyor, elini sıkıyorsunuz. Ama olayın ağırlığı burada yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanı’nın “toplumun temsilcileri” olarak seçip davet ettikleri sırayla geliyor, el sıkıyor, geçiyorlar. Geçtikten sonra olanlar, salonda gördükleri, konuştukları aynı ağırlığı taşımıyor.

Özellikle bu son resepsiyonun “ gelme/gelmeme” konuları ve bunların zorunlu olarak bağlandığı “başörtüsü davası” bu yazıya sığmadı. Onu da salı günü işleyelim.

Hiç yorum yok: