30 Kasım 2010 Salı

Mehmet ALTAN - İnrfomag: Hiper aktif bir dünyanın çocuğu...

İnfomag 2000 yılında Türkiye’nin kulak eşiğinin çok daha üzerinde bir hassasiyetle iletişim teknolojilerine yapışık bir şekilde doğdu...



Ben onu üç yaşında tanıdım.



İnfomag’la tanışmam 2003 Aralık’ında Şenay Oğuztimur’un benle İnfomag için yaptığı söyleşi sayesinde olmuştu.



“Yeni Kapitalizm” başlıklı o söyleşide Avrupa Birliği’nden Kapitalizmin gelişimine, Türkiye’den Bilgi Toplumu’na geniş bir yelpazeyi ele almıştık.***



İşte o söyleşiden bir paragraf:



“Sanayi dönemi bitiyor, sanayi sonrası dönem başlıyor. Sanayi sonrası döneme geçişin ne kadar zor bir geçiş olduğunu anlamak için tarım döneminden sanayi dönemine geçişin nasıl olduğunu hatırlamamız lazım. Yeryüzü bu sıkıntıları daha önce geçirmişti. Bu sıkıntılardan birisi de Avrupa’daki kimlik krizi. Türkiye, AB’ye alınmasının AB’nin kimlik krizinin aşılmasına nasıl katkı sağlayacağını çok net bir şekilde ifade etmelidir. Çağ değişmiştir. AB ya bu farklı dünya ile el sıkışacak ya da çağa uyamamanın sıkıntılarını daha ağır bir şekilde yaşayacaktır. Türkiye, AB’nin çağa ayak uydurması, kültürel kimliğini yenilemesi, Müslüman âlemi ile tanışması için fırsattır.”



xxx



İnfomag Dergisi’nde ilkyazımın çıktığı tarih ise 2004 yılının Ekim ayı.



İlkyazımda 10 yıl öncesiyle kıyasladığım “Yeni Türkiye’yi” anlatıyordum ve gelecek 10 yıldan çok umutlu olduğumun altını çiziyorum…



Nasıl mı?



“Karşımızda on yıl öncesi ile kıyaslanmayacak bir Türkiye var. Çok şey değişmiş. Bir kere, o dönemde gerçekleşmesi için çok çaba sarf ettiğimiz Gümrük Birliği’ne girmişiz. Gümrük Birliği o güne kadar rekabet ihtiyacı duymayan Türkiye’ye bir “rekabet yasası” armağan etmiş. Türkiye, rekabet üretir olmuş. O günkü ihracat rakamı ile bugünkü arasındaki fark, rekabet üretebilmekten kaynaklanmakta. Ekim ayı itibariyle gene Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmiş bir ülke var karşımızda demokrasinin serpildiği, insan haklarının hayata geçmeye başladığı, piyasa ekonomisinin daha fazla kurumsallaştığı bir Türkiye bu… Biz buna “Yeni Türkiye” diyoruz.



xxx



Çok geçmeden 50. sayı kapımıza gelmişti bile…



Zaman değişiyor, İnfomag da değişiyordu...



Doğduğu platformu esas mekan kılarak eterafa yayılıyor, platformlaşıyordu.



İnfomag’ın bir değişim dergisi olduğunun vurgusunu biraz da bu nedenle yapıyordum…



“Bana sorarsanız İnfomag bir değişim dergisidir… Dünyanın nasıl ve hangi hızla değiştiğini bizlere yansıtan bir dergi…



Ellinci sayı… Yüzüncü sayı…



Acaba gelecek elli sayı içinde, nasıl bir dünya ve Türkiye bizi bekliyor?



AB ile müzakerelere başlamış, sadece devletin değil, artık bireylerin de AB standartlarıyla yüz yüze gelerek terlediği, emek harcadıkça da bunu karşılığını daha kaliteli bir yaşam olarak alan bir Türkiye… Kendini daha iyi tanıyan, tanıdıkça eksiklerini gideren bir Türkiye…”



xxx



İşte 3 Ekim 2005: Türkiye resmen AB’ye katılım müzakerelerine başladı.



Ne mi yazmışım, beraberce okuyalım:



“Türk insanının çağdaş ülkelerin vatandaşları gibi özgürleşmesi ve zenginleşmesi kavgası, AB ile müzakere süreci tamlandığında sona erecek. Geçecek zaman içinde çileler sıkıntılar, zorluklar tabii ki olacak. Buna dayanacak bilinci, sabrı göstermemiz halinde Türkiye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.



Çünkü ‘üretim biçimini’ dönüştürecek olan Türkiye, bağlarını ‘köylü ve esnaf’ ülkesi olmaktan koparacak.”



Bir yanda müzakere sürecindeki Türkiye, bir yandan da değişime ayak sürüyen eski yapı…



xxx



2006 yılı yazılarına bakıldığında da Türkiye eleştirilerinin ağırlıkta olduğu görülüyor.



İlk eleştiriler Şubat’ta, konu tabii ki AB:



“Dış dünyanı rüzgârı Türkiye’yi sağlığa taşıdığına göre, yeryüzü standartlarında yaşamak isteyen, yaşam kalitesinin yükselmesini arzulayan herkesin AB sürecinde çok dikkatli olması gerekiyor. Bu tamamıyla vatandaşların yaşamlarıyla birebir ilişkili bir süreç. O nedenle süreyi ‘padişahtan’ bekler gibi beklemenin sırası değil... Zaten böyle bir yanlış, AB sürecinin de tökezlemesine neden olur. AB hepimizin ve özellikle çocukların yaşamı açısından her daim gündemin ilk sırasında bulunmalı ki yol kazası olmadan menzile varalım. Menzil ne? İnsanca yaşam tabiî ki…”



Peşi sıra küreselleşmeyi kendi lehimize nasıl çevirebiliriz, zorluklarını sorguluyorum:



“Türkiye gibi ülkelerin yapacağı çok iş var. OECD, bilgi ekonomisinin çerçevesini belirleyen 41 parametre belirlemiş. Ne yazık ki Türkiye’de bu parametrelerin sadece dört tanesi mevcut. Okula gitme yılı dört yıl, nüfusun yarısının sosyal güvencesi yok, çalışanların yüzde 60’ı mesleksiz.”



Türkiye’nin yaşam kalitesini OECD ülkeleri ile dokuz ayrı kriterde kıyaslamak, gerçek yüzümüzü görmemizi de sağladı:



“2002 yılında satın alma gücü paritesine göre 6 bin 400 dolarlık kişi başına gelirle OECD sonuncusuyuz.







1990-2003 yılları arasında ortalama tüketici enflasyonu yüzde 68,6 ile OECD sonuncusuyuz.



2002 yılında AR-GE’ye ayrılan kaynak GSMH’nin yüzde 0,64’ü, sadece Fas’tan iyiyiz.



2002 yılı itibariyle ileri teknoloji ürünlerinin ihracatımızdaki payı yüzde 6,2 ve sondan dördüncüyüz.



2002 yılında sağlık harcamalarında sadece Meksika’dan ilerideyiz.



Ve son olarak 2002 yılında hem bebek ölümlerinde hem de yaşam süresinde OECD sonuncusuyuz.”



2007 yılı seçim yılıydı… Önce cumhurbaşkanlığı, ardından milletvekilliği seçimleri… Ama benim aklım Berkeley’deydi:



“Dünyanın en saygın, dünyanın en prestijli okullardan biri de Berkeley…



Oradan mezun olup, olmadığınız yavaş yavaş önemini yitirmekte…



Dünyadaki demokratikleşeme süreci dün aristokrasiye ait tüm nimetleri, yavaş yavaş kitlelere getirmeye, tüm hayata dâhil etmeye devam ediyor…



Nasıl mı?



Örneğin…



Şu adrese girerek: http://www.youtube.com/ucberkeley



Burada ne var?



Bu adreslerde, Berkeley YouTube'dan ders yayını yapıyor…



Çok ufak bir azınlığa ait muazzam bir ayrıcalık artık kitlelerin hizmetine verilmekte...



Hem de bedava…



Dünya “hepimiz Berkeley’liyiz” noktasına giderken Türkiye’de durum ne?



OECD’nin 2007 yılı eğitim raporunda üye ülkeler arasında üniversite ve lise mezunları sayısına göre Türkiye son sıralarda bulunuyor…”



xxx



2008 malum, “küresel kriz”in ortaya çıktığı bir yıldı:



“Bugün yaşadığımız kriz konusunda elimizde çok önemli bir veri var:



1995-2005 yılları arasında üst teknoloji gurubu malların Avrupa ve Amerika ekonomilerindeki katma değer payları.



Çok ilginç olarak üst teknolojili ürünlerde yaratılan katma değer payı ABD ekonomisinde bu on yıl içinde geometrik olarak artıyor. 1995 yılında yüzde 13,3 iken, 2005 yılında yüzde 54’e çıkıyor.



Ama bu oran Avrupa’da düşüyor. Asya’da ve gelişmekte olan ülkelerde ise yine göreli olarak artıyor.



Bush yönetimindeki ABD bu on yıl boyunca siyasi olarak teknolojiyi baskıladı onun yerine militarizmi, karşılıksız doları ve zehirli kâğıt ekonomisini ikame etti. İşte çöken budur.



Üzgünüm ama kapitalizm henüz çökmüyor.”



xxx



2009’da kriz, yeniçağın genç zenginlerini de vuruyordu:



“Küresel ekonomik kriz nedeniyle dünyanın en genç milyarderleri servetlerinin üçte birini kaybetmiş…



Forbes dergisinin araştırmasına göre 40 yaş ve altındaki zenginlerin ortalama serveti yüzde 30 oranında azalarak 2,9 milyar doların altına inmiş...



Genç zenginler listesinin başında 12’şer milyar dolarlık servetleriyle Google şirketinin kurucuları 35 yaşındaki Sergey Brin ve 36 yaşındaki Larry Page bulunuyor.



En taze küresel ve genç zengin sayılan Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg liste dışı kalırken, sevindirici ve rahatlatıcı bir işarete de rastladım.



Geçtiğimiz yıl zirveyi Warren Buffet’a kaptıran Bill Gates’in, bu yıl yine en zenginler listesinde bir numarada olması…



Yeniçağın simgesi gene yerli yerinde duruyor ama kriz inovasyoncuları da yakıp yıkıyor…”



xxx



2010 ise ağırlıklı olarak biraz da küresel krizin ürettiği yığınsal mağduriyet nedeniyle, "sol" kavramı üzerinde durduk...



“Fransız Solu”ndaki gelişmeler üzerinden Türkiye ve dünya solunu tartıştık:



“Projemiz, bireylerden, diğerlerine saygı duyan yurttaş yaratmayı amaçlıyor. Fransızların hem birey hem de olumlu değerler taşıyan, diğerlerine ihtimam gösteren, dikkat eden yurttaş olabileceklerine inanıyorum. Bu bağlamda ‘care’ terimini tercih ediyorum, Dürüst, ihtimamlı bir saygı toplumu arzuluyoruz. Larousse’a bakın, ‘ihtimam: Bir şeyin veya birisinin iyiliği için yapılan hareketler.’ İngilizce ‘I don’t care’, birisiyle ilgili olarak, hiç de umurumda değil anlamına geliyor. ‘I care’ ise ‘benim için önemli, aramızda bir şeyler cereyan ediyor’ demek. İşte ‘care’ terimini kullanmamın sebebi bu; ‘diğerine dikkat etmek’ veya ‘ihtimam göstermekten daha isabetli buluyorum.”



xxx



2000-2010...



On yıl geçiverdi...



Acaba 2020 de nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye, nasıl bir İnfomag olacak?



Hiperaktif bir dünyanın çocuğu olan İnfomag gene önde koşacak, buna eminim...



Dünyaya da umutlu bakıyorum…



Türkiye'de dünya ve İnfomag’ı izlerse, ona da umutlu bakabileceğiz...



Nice nice yıllara...



01.11.2010

Hiç yorum yok: