4 Kasım 2008 Salı

NEDEN? YAVUZ ÖNEN

Yavuz Önen: ‘Polis gözaltında organ parçalıyor’“Hükümet’in AB sürecindeki isteksizliği şiddeti artırdı. 2007’de gözaltında ve cezaevinde on kişi ölmüşken, bu yılın on ayında 31 kişi öldü. Ölümler üç kat arttı.” “Türkiye iki yıldır asker ve polis devleti oldu. Hükümet, polisin istediği bütün yasaları kabul etti. AKP döneminde polis, vatandaş üzerinde büyük baskı kurdu.” “Polis, muhalif yurttaşa silah çeken organa dönüşüyor. Bireyin can güvenliği yerine devleti koruma görevini üstlenen polisi tutamazsınız. O polis, adam da öldürür, işkence de yapar.”


*** NEDEN? YAVUZ ÖNEN Ankara, başladığı yere dönmekte çok mahir. Uzunca bir zaman çok fazla duyulmayan işkenceler, bitmiş gibi görünen gözaltında ölümler ve sokakta adam öldürmeler birden arttı. Kimse polis şiddetinin niye birden çoğaldığını kavrayamadı. Bir yerde bir eksiklik ya da bir fazlalık vardı ama bu kanlı tablonun neye tekabül ettiğini tam anlayamadık. Polisteki kadrolar mı değişmişti? Yoksa polise verilen emirler mi değişmişti? Ya da AKP Hükümeti’nin olaylar karşısındaki yaklaşım biçimimi mi değişmişti? Ne değişmişti? Hükümetin son yıllarda Avrupa Birliği fikrinden uzaklaşması, Avrupa kriterlerini uygulamakta ayak sürümesi mi Türkiye’yi yeniden bir işkence ve cinayetler ülkesine çevirmişti? Bütün bu konuları Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen’le konuştuk. Kendisi de 12 Mart döneminde yargılanan ve işkence gören Mimar Yavuz Önen, 1974 affıyla cezaevinden çıktı. Bir dönem Mimarlar Odası Başkanı da olan Yavuz Önen, İnsan Hakları Derneği bünyesinde kurulan İnsan Hakları Vakfı’nın 1989’dan beri başkanlığını yapıyor. Vakıf, işkence mağdurlarının tedavisini sağlıyor ve işkencenin tespitini yapıyor.


*** NEŞE DÜZEL: İşkence iddiaları ve gözaltında ölümler çok arttı son zamanlarda. Ne oldu? Bunlar bitmiş gibiydi, neden yeniden çoğaldı?


YAVUZ ÖNEN: Gözaltında ölüm ve işkence bu ülkede hiç bitmedi. Karakollarda, cezaevlerinde şüpheli ölümler kesintisiz sürdü. Sadece AB’ye uyum için demokratik çabaların yoğunlaştığı 2002-2005 yılları arasında Türkiye, geçmişe kıyasla iyi bir dönem yaşadı. Peki, son zamanlarda ölüm vakaları niye birden arttı? Siyasi irade caydırıcı olmadı. AKP Hükümeti ‘İşkenceye Sıfır Tolerans Programı’nı hiç uygulamadı. Aksine, son dönemde polisten gelen yasal değişiklik taleplerinin hepsini kabul etti. Böylece AKP döneminde polis, geçmiş yıllara kıyasla vatandaş üzerinde daha yoğun bir otorite ve baskı kurdu. Polis daha mı haşinleşti? Evet. 2007’de gözaltında ya da cezaevinde on kişi ölmüşken, sadece bu yılın ilk on ayında 31 kişi öldü. Geçen yıla kıyasla ölümler üç misli arttı. Türkiye hukuk devleti olmaktan biraz daha uzaklaştı. Nitekim Türkiye son bir-iki yıldır ‘asker ve polis devleti’ görüntüsü veriyor. Yurttaşıyla barışık olmayan, onu her türlü şiddete müstahak sayan bir devlet anlayışı bizimkisi. Silaha ve şiddete dayalı üniformalı, pazubentli bir demokrasi bizimkisi. Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda hükümet ciddi adımlar attığında bu olaylara pek rastlanmıyordu. Hükümetin AB konusundaki isteksizliği bu olayların fazlalaşmasına mı yol açıyor? AB sürecindeki isteksizlik şiddeti artırdı tabii. Son zamanlarda Türkiye’de şiddetin tırmanmasının temel nedeni hukuksal alt yapının değiştirilmesidir. Siyasiler, reformları AB’den müzakere tarihi alabilmek için göstermelik olarak yaptılar. 2002-2005 yılları arasında AB’ye uyum için atılan demokratikleşme adımları 2005’ten itibaren geri alındı. İşkence ve ölüm vakalarının artmasının bir nedeni de hak ve özgürlüklerdeki bu geriye gidiş oldu. Yeniden olağanüstü hal dönemlerinde kullanılan kanunlara dönüldü. Neler değiştirildi? Gözaltı süresini uzatıldı. Polise duraksamadan ateş etme yetkisi verildi. Terörle Mücadele Yasası değiştirildi. Polisin yetkileri genişletildi. Gözaltında avukatla görüştürmeme ve hekimle buluşturmama yoluyla insanlar iletişimsiz bırakıldı. Kusur işleyen güvenlik görevlisine ise hukuksal koruma getirildi. Bütün bunların sonucunda son bir yılda polisin şiddeti arttı. Polis daha rahat aşırı güç kullandı, silahını kolaylıkla ateşledi. Bazısı vatandaşları ensesinden vurdu, bazısı kol kırdı, organ parçaladı.

Polisler mi organ parçalıyor? Tabii, parçalıyor. Tedavi için bize başvuranların ortaya koyduğu tablo şu ki, vahşette bir artış oldu. İnsanlar çok ciddi darbelere maruz kalıyorlar. Gözaltında organları parçalanıyor. Ciğerleri parçalanıyor, böbrekleri eziliyor, bacak, kol, burun, kafa her türlü kemikleri kırılıyor. Elinizde bu vahşetin rakamları var mı?

Türkiye’de sadece işkence tırmanmadı. Şüpheli ölümler, faili meçhuller ve yargısız infazlar da arttı. Bu yılın ilk on ayında 31 kişi gözaltında ve cezaevinde öldü, 35 kişi faili meçhul cinayete kurban gitti, 33 kişi de yargısız infaz edildi. Antalya’da motosikletli bir genci ensesinden üç kurşunla vurmak yargısız infazdır. Polis dur ihtarına uymayan vatandaşı tak diye vuruyor. Sokaklar poligona dönüştü. Polis atış talimi yapar gibi insan öldürüyor. Ve bu vakalar soruşturulmuyor. Ama ölümle sonuçlandıkları için kamuoyundan da gizlenemiyor. Bir de kötü muamele var ki, bunların kaydını tam tutamıyoruz. Çünkü polis takibi nedeniyle bize gelmeye korkanlar var. Polis kendisinden şikâyetçi olanları tehdit mi ediyor? Tabii. Ya da polis onları izleyebiliyor. İşkence yapıldıktan sonra polis tarafından izlenen çok sayıda insan var. İnsan Hakları Vakfı’na gittiği tespit edildiğinde tehdit edilebiliyor. Size şunu söylemeliyim. Türkiye’de işkencenin nedeni değişti. 1990’lı yıllarda yapılan işkencenin nedeniyle bugünkü işkencenin nedeni değişti. Eskiden konuşturmak için işkence yapılıyordu. Bugün ise sisteme muhalif olan kişiyi korkutmak için işkence yapılıyor. Polis işkenceyi sadece gözaltında da yapmıyor. Daha çok kayıt dışı işkence yapıyor.

Kayıt dışı mı? Anlamadım... Poliste kaydını tutmadan vatandaşa işkence yapıyor. Sokakta, ıssız bir köşede, arabada şiddet uyguluyor. Sonra o kişiyi salıyor. Aslında polis şiddetinin dozu her alanda arttı. Kitlesel eylemlerde de arttı, gözaltında da arttı. Zaten bu yüzden sadece cezaevlerinde değil, gözaltında da şüpheli ölümlerin sayısı çok fazlalaştı. 2005’ten beri yasalarda yapılan antidemokratik değişiklikler şiddeti kolayca uygulayabilmek için yapıldı. Çünkü kişiye şiddet genellikle o ilk gözaltına alınan sürelerde yapılır. Şimdi Terörle Mücadele Kurulu buna benzer değişikliklerin devamını gündeme getirme çalışması içinde. Genelkurmay’ın önerileri doğrultusunda tekrar yeniden 180 derecelik bir geriye dönüşün hazırlığını yapıyorlar. Biz bu yüzden çok kaygılıyız. Terörle Mücadele Kurulu İçişleri’ne bağlanacak ve terörle mücadele sivillerin denetimine geçecek diye çok olumlu yorumlar yapıldı.

Sizin kaygılandığınız nedir?

Anlayış ve politikalar değişmediği sürece uygulayanın üniformalı ya da sivil olması ne fark eder? Önemli olan yasa ve uygulamaları tekrar geriye götürmektir. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin yetkileri AB reform sürecinde ortadan kaldırıldı, bu otorite ve teşkilat İçişleri Bakanlığı’na devredildi. Bir otoritenin bir yerden alınıp başka bir yere götürülmesi bir değişim ve iyileşme değildir. Çünkü gün gelir, aynı aksaklıklar asker değil, hükümet otoritesi olarak yaşanır. Nitekim yaşanıyor. Genelkurmay’ın önerisiyle şimdi ne yapılıyor?

Yargısız infazlarla ve operasyonlar sırasında ölen insanlarla ilgili soruşturmaların ortadan kaldırılmasını amaçlayan, güvenlik güçlerinin yetki alanını genişleten değişim talepleridir bunlar. Bir genelkurmay başkanı, “Bir itirafçı bize yer gösterirken karşı tarafın kurşunuyla ölürse sorumlu biz oluyoruz. Bu sorumluluğu üstümüzden alın,” demişti. Şimdi, Genelkurmay’ın yanında götürdüğü herkes karşı tarafın kurşunuyla ölmüş sayılacak. Polisteki bu sertleşme kararlı bir politika sonucu mu oluyor yoksa polis üzerindeki denetimde mi bir eksiklik var?

Polisin denetiminde eksiklik var ama temel neden politiktir. Polisin bugün vatandaşa karşı gücünü çok daha rahat kullanabiliyor olması siyasi bir programdır. Mesela bu siyasi program bir yanıyla şu... Türkiye’yi bir Türk-Kürt çatışmasına sürüklemeye çalışıyorlar. Bu politika her yerde uygulanıyor. On gün önce yaşanan, İstanbul’dan Ağrı’ya giden bir otobüs “bilgi taraması yapıyoruz” diye polis tarafından durduruluyor. Şoför “gecikiyorum, ceza alacağım,” deyince karakola götürülüyor, orada dayak atılıyor. Ayrıca polis otobüsteki yolculara karşı civar halkı örgütlüyor ve bir linç ortamı hazırlıyor. Otobüs Ağrı’ya gidiyor ya! Aynı şekilde Gebze Kapalı Cezaevi’nde PKK’lı kadınların kaldığı koğuşun kapıları açılıyor ve erkek adli mahkûmlar kadınların üzerine saldırtılıyor. Engin Çeber olayında tanıklık edenler kendilerine çok kötü davranıldığını anlattılar. Hatta bir kadın polisin sanığa “seni öldürmek istiyorum” dediğini bile öğrendik.

Polis niye bu kadar gaddarca ve düşmanca davranıyor?

Bireysel bir kin değil bu. Polisin bu düşmanca davranışın kökeninde siyaset ve ideoloji var. Devletin muhalif vatandaşa kini bu. Türkiye’de potansiyel suçlu olarak tanımlanmış kategoriler var. Bunlar Kürtlerdir, Alevilerdir, gayrimüslimlerdir, solculardır, devrimcilerdir, hak arayanlardır, kadınlardır, eşcinsellerdir. Yani kurulu düzenle ihtilafı olanlardır bunlar. Polisin eğitiminde bir sorun mu var? Polisler de bu resmî görüşle eğitiliyorlar. Böylece polis vatandaşın can güvenliğini, huzurunu sağlayan bir kurum olmaktan çıkıyor, devletin yüksek menfaatlerini sağlayan ve tehdit olarak algıladıklarına silah çeken bir organa dönüşüyor. Türkiye’de devlet otoritesi işte böyle kuruluyor. Polis, vatanı, devleti, milleti korumak gibi bir görev üstlenirse, polisi tutamazsınız. O polis sokakta insan da öldürür, gözaltında işkence de yapar. Nitekim bunları yaşıyoruz. Aslında işkence illa bir tarafınızın kırılması demek değildir. Bedeninize hiç dokunulmadan ruhsal işkence de yapılabilir. Ruhsal işkence nasıl yapılıyor? Bunun bir yolu tehdittir. Öldürülme korkusu yaratılır ve bedeninizde değil ruhunuzda iz bırakılır. Ben niye yıllardır İnsan Hakları Vakfı’ndayım? Ben aslında bir mimarım. 12 Mart döneminde ben Mimarlar Odası genel sekreteriydim. 1972 yılında, bir grup mimar arkadaşımla birlikte Mahir Çayan ve arkadaşlarını Ankara’da evimizde sakladığımız için gözaltına alındık. Bütün bu bedensel ve ruhsal işkenceleri bana da yaptılar. Bende de öldürülme korkusu yarattılar. Seni önde yürütüyorlar, arkanda sürekli silahlarının mekanizmasını çalıştırıp şakırdatıyorlar. Her an ensenden vurabileceğini hissettiriyorlar sana.

Başka neler yaptılar?

Saatlerce başkalarına yaptıkları işkencelerin çığlıklarını, genç kızlara copla tecavüz girişimlerinin feryatlarını dinlettiler. İşkence yaptıkları insanları gösterdiler. Bana Dev Yol’un liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu’nu gösterdiler. Ayrıca elektrik şoku da uyguladılar. Aslında Türkiye’de işkence, 1950’den sonra NATO programı çerçevesinde Orta Amerika’daki askerî okullarda eğitilen Türk subayları tarafından sistemleştirildi. Nasıl sistemleştirildi? 1950’den önce bizde işkence kaba dayak, Filistin askısı gibi geleneksel yöntemlerle yapılıyordu. 1950’den sonra Türk subaylarının Amerika’dan getirdiği kontrgerilla yöntemleriyle işkence sistemli bir hal aldı. 1970’ten beri de bu sistem özde hiç değişmedi. Biz kralı çıplak gördük. O gözaltı sırasında çok yakın arkadaşım olan ODTÜ’lü Koray Doğan’ı sırtından vurup öldürdüler. Bana işkenceyi on, onbeş kişilik bir tim yaptı. Bir tim mi yaptı işkenceyi? Evet. Bizi Ankara Emniyeti’nden alıp Güvercinlik’teki jandarma tesislerine götürdüler. Orada beş gün kaldım. Bana işkence yapan timin başında bir yüzbaşı vardı. Daha sonra bu kişi ünlü bir general, ünlü bir komutan oldu. NATO’da görev yaptı. Orduda çok önemli görevlere geldi. Faruk Bildirici’nin kitabında var bunlar. Bütün bunlar işkence işinin ordu içinde kurumsallaştığını gösteriyor. Murat Belge bir söyleşisinde 12 Mart döneminde kendisine işkence yapanın 28 Şubat’ın darbeci generali Çevik Bir olduğunu söyledi.

O yüzbaşı Çevik Bir miydi?

Olabilir. Kuvvetli bir ihtimaldir. Tekrar bugüne dönersek... Bir polis gözaltındaki kadın zanlıyı taciz etmiş. Bu davranışlar cezalandırılıyor mu yoksa hoşgörüyle mi karşılanıyor? Hoşgörüyle karşılanıyor. İşkenceciye tolerans gösteriliyor. İşkencenin soruşturulması, sorumlularının cezalandırılması çok zor. Çünkü Türkiye’de işkence bireysel değildir, sistematiktir. Ülkenin her yerinde, karakollarda, jandarmada, özel timde, soruşturma merkezlerinde aynı metotlarla uygulanıyor. Aynı aletler kullanılıyor. Sorumluların cezasız kalması için yargı süreci uzatılıyor ve davalar zaman aşımına uğratılıyor. Yargılanan polisler mahkemeye getirilemiyor. Ama aynı polis terfi ediyor ve emekli oluyor. İçişleri Bakanlığı tedbir almıyor mu bunları önlemek için? Hayır. Hemen bir koruma mekanizması geliştiriyorlar ve işin üstünü örtüyorlar. Bu ülkede Çeber’den sonra gözaltında iki kişi daha öldü. Polis açıklamasına göre biri duvardan düşmüş, bu hangi duvarsa... Diğeri de intihar etmiş. İşin kapatılacağını gösterir bu klişe açıklamalar. Siz İçişleri Bakanı’yla görüşmek için başvurdunuz mu? Biz 1990’dan bugüne kadar 11 bini aşkın işkence mağduruna hizmet verdik. Ne İçişleri ne de Adalet Bakanı bize, “onbir bin kişiden üç, beşini getirin, bakalım kimmiş bunlar,” demedi. Halbuki her bir işkence vakası bir soruşturma konusudur. Bu yılkiler dahil onbir bin soruşturma vakası var elimizde. Bütün bu kötü muamelelerde Adli Tıp’ın rolü nedir? En kritik rol onun rolüdür. Çünkü bir işkencenin kanıtı tıbbi rapordur. Türkiye’de işkencenin cezasız kalmasını, verdiği geçersiz raporlarla Adli Tıp sağlıyor bir yerde. Adli Tıp’tan yargıya, birbirini tamamlayan bir sistemin ürettiği insanlık suçudur Türkiye’de işkence. Polis tarafından vurularak öldürülenlerde bir artış var. Polis silahını eskiye kıyasla daha mı fazla kullanmaya başladı? Elbette. Çünkü polisin silah kullanma yetkisi artırıldı. Ayrıca polisi koruma mekanizması de güçlendirildi. Oysa uluslararası normlara göre silah kullanma son çaredir ve ancak bir can kurtarmak için kullanılabilir. Ama polisin öldürme vakalarının hiç birinde böyle bir gerekçe yok. Bu insanların hepsi, polisin dur ihtarına uymadığı için öldürüldü. Hükümetin bu olaylar karşısındaki tutumu ne? Bu ölümlerin bir tekinde bile bir bakanın istifa etmesi yeterliyken, hiç istifa eden olmadı. İnsan haklarıyla ve işkence karşıtlığıyla ilgili Hükümet’in nutukları yerinde. Ama yaşanan gerçek bambaşka. Bu ülkede işkence görenlerin ancak yüzde 10’unun bize ulaşabildiğini söylersem, tablonun benim anlattığımdan çok daha karanlık olduğunu anlarsınız. İşkence Türkiye’de siyaseten korunuyor. Bir devlet için bir vatandaşın işkencede ölmesi en utanç verici şeydir. Devletin işlediği cinayetin bedeli siyasidir. Ama bu ülkenin Cezaevleri Genel Müdürü, Engin Çeber’i öldüren güvenlik memurları için ne dedi?

Ne dedi?

“Cezaevindeki psikoloji etkili olmuş olabilir. O insanların da sorunları var,” dedi. İşkencenin hiçbir gerekçesi olamaz. Vatanın bölünmez bütünlüğü veya hiçbir milli çıkar da işkencenin gerekçesi olamaz. Bu, uluslararası hukukta bir kuraldır. İşkence mutlak olarak yasaktır. Ama Türkiye işkence yasağını uygulamadığı için AİMH’de kendi vatandaşlarına tazminat ödüyor. Türkiye hak ihlallerinde Rusya’dan sonra ikinci geliyor. Yargıçların işkence konusunda tutumları nasıl? Son derece umursamaz. Yargıçlar, mağdurların dile getirdikleri işkence şikâyetlerini ciddiye almıyorlar, soruşturma konusu yapmıyorlar. “Bunlar bizi ilgilendirmiyor, bunlar mahkememizin konusu değil,” diyorlar. İşkence görenler mahkemede haklarını arayamıyorlar. Bu iktidar işkenceyi önlemek istiyor mu? Söylemde istiyor ama işkenceyi önleyecek kurumları oluşturmuyor. AKP samimi değil. İşkenceyi önlemek istiyorsa BM’nin İşkenceye Karşı Sözleşmesi’nin ek protokolünü Meclis’e getirir ve Türkiye’de de sivil heyetler kanalıyla denetim yapılmasının önünü açar. Ama bu protokolü Meclis’e getirmiyor. Oysa bütün AB ülkelerinde bu sivil denetim mekanizması var. Ayrıca Adli Tıp ve cezaevindeki hekimler de bağımsızlığa kavuşturulmalı. Yanlış raporlar çıkıyor oralardan. Bir de soruşturma işi polisten alınmalı. Adli kolluk kurulmalı. Kanıtları o toplamalı. Bakın. Türkiye kritik bir ortama girdi.


Nasıl bir ortama girdi?

Çatışma ve şiddet ortamına girildi ve bu şiddet ortamında güvenlik meselesi insan haklarının önüne geçti. Türkiye’de bugün özgürlüklerin kısıtlanabileceği bir ortam var. Bir savaş hali yaşanıyor. Savaş ortamında hükümetleri boyunduruk altına alan bir anlayış hâkim olur. Milli menfaatler gerekçe gösterilerek şiddet ve askerî yöntemler meşrulaştırılır, vatandaşa baskılar yapılır. Türkiye kamuoyu hep bu psikolojiyle yönetiliyor. Türkiye’deki savaş hali artık bitirilmeli, bir an önce bir barış projesiyle toplum insani ve demokratik değerlere kavuşturulmalı.

Hiç yorum yok: