18 Eylül 2010 Cumartesi

Tanrı misafiri...

  



   Atatürk, bir gün kara yolu ile seyahat eder. Issız bir alandan geçerken harabe 
halinde görünen bir kulübe görmüş. Şoföre aracı durdurmasını söylemiş.


     Kulübeye yaklaşınca onu, yalnız yaşayan bir yaşlı adam karşılamış. Hal hatırdan sonra, bu oldukça yoksul olan yaşlı adam Ata’ya bir ikramda bulunmak istemiş; fakat çaresiz… Bir tas ayran diye geçirmiş içinden, ineği yok!  Bi koşu kümese gitmiş, hiç değilse iki yumurta kırayım diye… Son yumurtayı sabahleyin kendisinin kırmış olduğunu hatırlamış.  
     Dönünce ezilip büzülerek Ata’ya: “Paşam, Tanrı misafirisiniz, bir ikramda bulunamadım size, izin verin ‘oynayarak uğurlayayım sizi,’ ikramım bu olsun,” demiş.

 Valiliğin sorumluluğunda  Ankara Atatürk Kültür Merkezinde 7-12 Ekim'de "Malatya Günleri" düzenlecek olması dolaysı ile Yazıhan İlçemizin tanıtımı ile ilgili olarak resim çekmek için gezerken Fethiye'den yaklaşık iki saat kadar uzak bir yerleşim alanında olan bir konağa saat 11.00 civarında uğradık. Ortalıkta erkek görünmüyordu. Bir hanım çıktı ve güleryüzle bize hoş geldiniz dedi hal hatır etti ve oturmamızı ve bir şeyler ikram etmek istediğini söyledi. Bu hanım 50-55 arası bir yaşta gösteriyordu. 

      Sonradan anladım ki, bu evin en büyük olan beş kardeşten birinin eşi olmalı bu hanım. Az sonra bahçeden  40 yaşlarında gösteren bir adam geldi ve güler yüzle bizimle hoş beş etti ve yemeğe kalmamızı teklif etti. Yemeğe kalamayacağımızı, işimizin çok olduğunu söyledik, daha doğrusu arkadaşlar öyle söyledi. (O hanımın ve sonradan gelen ev sahiplerinin gözünde biz "Tanrı misafiri" idik.)Adam samimi ve ısrarcı bir dille: "ben anlamam, olmaz öyle şey, aç mı yollayalım sizi?"dedi. Bunun üzerine biz ilerde bir iki saat gezip geri geleceğimizi söyledik ve sonra geri döndük. (Konuşmalardan, beraber gittiğimiz arkadalar ile bu ev sahiplerinin önceden tanışıklarının olduğunu fark ettim.)
      
       Döndüğümüzde bizi tam tekmil kapıda karşıladılar ve hal hatır ettiler ve sofranın kurulu olduğunu söyleyip içeri davet ettiler.

 Dışarda akan hortumdan akan su ile biz el yüz yıkarken bir arkadaş havlu ile başımızda bekliyordu. Yan tarafta badalanalmış ocakda güyüm fokur fokur kaynamakta ve üzerinde çay demlinmekte. Yan taraftaki küçük bir odada hanımlar yufka açmakta, götürelim diye arabayada koydular.

       Salona girdiğimizde yere sofra serilmiş, sinin ortasına büyük bir sahanla etli plav konmuş ve etrafına cacık, ayran, söğüşlenmiş domates ile  doğranmamış halde yine bahçelerinden kaldırlmış sivri biber dolu tabaklar ile taze yufkalar dizilmişti. (Ayrılırken hazırlamış oldukları poşetler ile bu biberlerdende getirip bize ikram için arabaya koydular.)

      Biri hem bizle sofraya oturdu hemde sofraya canla başla hizmet ediyor. Biten ayranları dolduruyor, bir taraftan da yan tarafta pişirilen  taze yufkalar getiriyor... İki sahan yemek görünmesinin sebebi, ortaya konulmuş sahandaki yemek azaldığında onu kenara koyup, yeni ve dolu bir sahan pilav la değiştirilmesi sonucuydu..

      Yemekten sonra  ocakta demlenmiş çaylarımız yudumladık ve aynı samimi bir merasimle uğurlandık. Benim için "bu arkadaşı önce görmedik," dediler. Ben kendimi bir kaç kelime ile tanıttım. Resimde görülen yaşlı amcanın adı Ahmet(Karadayı). Duvarda Hz. Muhammedin "Veda Hutbesi" çerçeveli ve Arapça yazılar asılı. Hiç siyasetten bahsedilmedi ve refandumdan bahis edildi ayakta. Benim yanımda Zafer beye ev sahibi arkadaşlardan biri "birde başörtüsü- türban meselesinin kastedere çözülse- dedi ağzında geveleyerek oradaki hanımlar türbanlı olmamasına rağmen.
    Arkadaş benim Alevi olduğumu bildiğinden sessiz kaldı ben ayak üstü bir cevap verdim. Hürriyetin referandum sürecinden çektiği iki kareden bahsettim, "açılan örtünene, örtünende açılana baskı yapmamalı, saygı duymalı giyimine, insana yakışanın bu olduğunu," söyledim. Oda gülerek hak verdi. O resmi  ilave ediyorum.



                                   *                                            *                                      *
       
       Misafir olduğumuz ev; tek bir büyük konak. Beş kardeş ayrılmadan bu evde kalıyorlar. Konuşmalardan anladığım kadarıyla, biri bahçelerden sorumlu, diğeri hayvanlardan vb. Bahçeleri elli dönümün üzerinde ve ortalama yirmi yaşında gözüken kayısı ağaçları oluşmuş. 20 civarında da besileri varmış. Tabii koyunları ve inekleri de var.

Resim çekmeye gittiğimiz arkadaşların biri İlçe Tarım’ın müdürü Berat bey diğeri ise veteriner Zafer bey… Bunlar benim bilmediğim köyleri ve mezralı biliyorlar ve tanımadığım insanları işleri gereği tanıyorlar. Her çiftçinin ille de muhatap olacağı yada olduğu insanlar. Aşılama ve kredilerden dolayı bu bölgeyi karış karış gezmiş ve bilen insanlar. Bu ev sahipleri ile sohbet ederken kredi ile besicilik yapmalarını önerdiler. 30 taneye kadar besi hayvanı alanın kredisinin tamamı karşılanırmış. 30'dan fazlasının ise %75 kredilendirilirmiş. Faiz “0”. Fakat %4 kadar masraf oluşurmuş. Demek ki yıllık faiz bu kadar. Kendileri de bu sözümü doğruladılar.  Bu kardeşlerde kredi almaya istekli göründüler. Bu insanlar 10 yıl bu gibi kredileri kullanır ve dünyada ve ülkemizde bu alanda bir kıriz çıkmassa, akıllarının alamayacağı kadar durumları iyileşir, zenginleşirler.

        Hem işsiz, hemde arazisi olan ve teminat sorunu olmayan çok köylümüz var. Fakat, bu kredi ile iş yapan yok... Tavuk kümesi işini  dahi yeni öğrendik. Bir kişi yapmakta, birde Abbas ÖKSÜZ bu konuda çalışmakta. Bu arkadaşlar ile gezerken Medik barajınada gitmek istedim. Medik barajına giderken isminden dahi haberdar olmadığım, Buzluk köyünün Boztepe mezrasından geçtik.  Bu mezrada 6-7 tane tavuk kümesi vardı. Bunlarında uzaktan bir kaç resmini çektim. Yazı yaban, dağın başı denilen yerlerde bu insanlar kendilerine iş ve aş imkanı yaratmışlar. O, dağ köylerinde krediler ile yapılack çok iş var ama, kafa yapıları bu kredileri kullanmaya müsait değil, gibi.
                                                                                   Bu görüntüleri görünce  ve bu haberleri öğrenince, o insanlar ve bütün çiftçilerimiz açısından sevindim; fakat bu bana benim geçmiş kötü deneyimlerimi de hatırlattığı için üzüldüm!..

1990’lar GAP Tv’de Yayçep, yaygın Çiftçi Eğitimi, isimli bir proje programı her gün yayınlanıyor. Ben bu programın müdavimlerindenim… Her gün, bu programın hayvancılıkla ilgili olan bölümünü seyrediyorum…

Bir parantez açayım… Eskiden civar köy ve mezraların yolu yoktu. Stabilize yolu olan yerlerin ise ulaşım için araçları yoktu: çünkü ekonomik değildi, oralara taşımacılık yapmak. Ağırlıklı olarak buralara hayvanla geliyorlardı.

Uzaktaki köyleri mezraları bırak, komşumuz Hamidiye köyünde dahi bakkal ile kahvehane yoktu. Her gün kahvehaneye ve bakkaldan alışveriş için Fethiye gelinirdi. Bu dönemde ise en iyi işi olan bakkal bizim ile Nihat’ın bakkalı idi.

Doksanlardan sonra ulaşım hizmeti arttı ve Hamidiye’ye kahve 2000’li yıllara doğru açıldı. Dağdan gelenlerin yolu Hamidiye, Yazıhan üzerinden Malatya’ya bağlandı. Yazıhan köyü, 1990’larda İlçe oldu. Derken Fethiye merkez olmaktan çıktı ve Tahtalı, Derevleri, İraaç...’tan bir yük odun getirip alışveriş yapan insanların hem güzergahı değişti, hem de ulaşım ve iletişimin artması kafalarını değiştirdi.

Odun getiren gençler önce şehirde amelelik yapmaya, ardından devlet daireleri de ve özel işletmelerde çalışmaya başladı ve ticareti öğrendiler. 1980 ve 90’larda odun getirip satan niceleri şimdi ev bark sahibi oldular ve galisi olanlar dahi var bunların içinde…

Bu sebepten dolayı bakkalı kapatıp, süt inekciliği yapmaya karar verdim. O gün ve geçmişteki bu alandaki hesaplar çok iyiydi... Bende bir tarlayı sattım bir kuruluştan tanesi 2200 mark’a Almanaya’dan ithal edilen ineklerden aldım. Aldığımın üçüncü yılında dünyada “deli dana” hastalığı illeti yayılmaya başladı.

Kooperatiften gelecek yıl ödemek üzere yem alıyorsun. Kooperatif faizleri yıllık %80’lerin üzerinde. Birinci yıl borcunu ödemeyene, gecikmiş olduğunda temerrüt, cezalı faiz uygulanıyor: %118. İlaveten o dönemde birleşik faizde yasal olarak işliyor. Bu ne demek. Bankaya para yatırdığınızda uygulan faiz sistemi. Misal: 10 milyar borç aldınız. Faizler %80. Yıl sonunda senin borcun 18 milyar oluyor ve borç faizle toplanıp, ikinci yıla ana para olarak yani:18 milyar olarak devrediyor. İkinci yılın sonunda %118’lik faizle bu borç:40 milyara, üçün yıl sonunda ise bu borç 80 milyara çıkıyordu. Bir birimlik borç, üç yıl sora 8 katına çıkıyordu.

2200 Marka aldığım ineklerin piyasa değeri: 500 mark’a düştü. Bu fiyata dahi alınmıyor. Bir gün adamı vardır iyi satar diye Abuseyif (Abilo)amcayı aldım bir ineği pazara götürdüm. Bu ineği 300.tl’ye dahi alan çıkmadı. Bu gün bu ineklerin her birinin ülkemizde et değeri 3000 Euro, potansiyel değeri yaklaşık dört bin euro.

Bir gün(deli dana hastalığından önce) Kooperatif müdürü bana sormuştu: “kaç malın var,” diye. “18” dedim. “Borcuna göre elinde ki malın değeri açısından riskli durumda değilsin,” demişti.

Bu kötü gidişe daha fazla dayanamadım. Elimdekileri sattım, kooperatife ödedim. Yaşayarak gördüm ki, benim bu piyasadan çıkışım, krizin bitmesinden altı ay öncesine rastlıyormuş. Nasıl mı anladım? Ben her şeyi satınca etin kesim fiyatı:175. tl idi. Altı ay sonra zirve yaptı ve 1575’ e kadar çıktı ve o dönemden beride istikrarlı bir çizgi izliyor fiyatlar.

      Ak Parti niye ikinci defa kazandı ve üçüncüyüde garantiledi diyenler, olaya birde bu açıdan bakmalı. Ak Parti döneminde çiftçilere uygulanan birleşik faiz ile kredi kartları ile tüketici kredilerine bankaların uyguladığı bir leşik faiz uygulamasına son verildi. 10 tl borcun varsa, on yıl sonra dahi ana para on tl üzreinden faiz hesaplanıyor. yani üç yılda sekiz katına çıkmıyor borç.

                                    *                                                 *                                   *

       İster üretim alanında, ister ticaret alanında; istersen seçilen meslek alanında olsun, ülke ve dünya konjoktürü çok önemlidir.
       Dünyada ve ülkede esen büyük rüzgar bazen kırkyıllık çınarları dahi kökünden söker, bir kenara atar; bazende aşağıdan alır zirveye çıkarır. Bunu fark edemeyenler, başarılı olanlara çok zeki bir adamdı; kaybedenlerede batakçı vs. derler ve bu insanlarda kendilierini böyle sanar... Yani bu günkü şartlar, bu alanda iş yapana, "bu zeki bir adammış, kafasını çalıştırdı ve kaderini değiştirdi," dedirtecek türden. Sonrada "ben neymişim?" diye şişinirsiniz....

               Onların evlerinin etrafı bizinkileri gibi, kale kapıları misali, ne betondan duvarlarla, nede demirden çitlerle çevriliydi. Evlerinin kapıları dahi bizimkiler gibi,  mermer basamaklarla çıkılarak ulaşılan sese dahi yalıtımlı çift anahtarla kapalı çelik kapılardan değildi. Bizi karşıladığında, yüzünde güller açan hanımın samimiyeti,  bahçeden gelen arkadaşın bakışlarındaki ferahlık ve genişlik gibi ardına kadar açıktı…
       Girdiğimiz mekân sanki onların konakları değil, bozulmamış, saf Anadolu insanının girene huzur, güven, neşe… veren bin bir türlü zenginliğinin sunulduğu gönüldü, bir bakıma!     
        Yere yayılmış olan sofra bezinin üzerine dizelense aslında etli pilav, biber domates ayran vb.’den çok Tanrı misafirini her zaman kabul eden geleneksel Türk misafirperverliği, Allah ne verdiyse, varını veren utanmamış…diyen bir mütevazi, samimi bir gönül zenginliğinin sunulan remizleriydi.
        Kale duvarları misali çevrili evlerinin önce bahçesini, sonra mermer basamaklardan çıkılarak yalıtımlı binaların çift anahtarla kapalı çelik kapılarının arkasında şehirleşen bir toplumun insanına: “Korumak istediğiniz dünyalık değil yalnız, sizde topaktan geldiniz, toprak olacaksınız düsturunu” ve “Baki kalan bu gök kubbede, Bir hoş seda imiş” sözünü nasıl duyuracağız?...
        Nasıl gireceğiz gönlü, çelik kapılardan daha sert ön yargılar ve kalın duvarlardan daha kalın bir yozlaşmışlıkla kabuk bağlamış insanların gönlüne, kafasına? Nasıl?...

19 Eylül 2010
a.s.

Hiç yorum yok: