3 Haziran 2008 Salı

Alevi Beldelerinde Online Ezan


Alevi Beldeleri
Ve
Online Ezan

Bir gece sıçradık uykudan; imsak ezanı ile… Yani online ezan, biz uyurken gelmişti beldemize… Online Ezandan önce, 235.000,00.ytl’ye ihaleyi almış taşeronlar geldi; tarihi camimizi “sözde” restorasyon yapmaya…
Sözde restorasyondan önce Diyanetin memur imamı ve imam evi geldi…
Bunlar gelmeden önce kimse bize sormadı; böyle böyle bir ihtiyacınız, talebiniz var mı diye?.. Sorsalardı da bir şey değişmezdi; çünkü gelenleri bizim talep edip etmemiz pekte önemli değildi…
Çünkü, hitap edilenlerin talepleri değil; hitap edenlerin arzuları, düşünceleri, inançları ve projeleriydi önemli olan…
Demokratik bir hukuk devletinde yurttaş yaşamın merkezindedir ve onun duyguları, düşünceleri inançları… kısacası her türlü temel hak ve hürriyetleri, dikkate alınır!
Demokrasilerde, devlet yurttaşının inancını tanımlayamaz… Yurttaşların kendi tanımlarına saygı duyar. Tanımına güvence sağlar... Laikliğin bilinen çok yaygın tanımı: Devlet ile din işlerinin bir birlerinden ayrılmasıdır… Bu tanım yanlıştır. Çünkü eksiktir. “Laiklik, yalnızca din ile devlet işlerinin bir birlerinden ayrılması değil; aynı zamanda bir dinin, bir mezhebin, bir başka din ve mezhebe ve inançsızın inançlıya, inançlının inançsıza baskı yapmasını engelleyen, inançlıya ve inançsıza güvence sağlayan sistemdir.”
Demokratik hukuk devleti aynı zamanda laik bir devlettir. Fakat, laik devlet demokratik hukuk devleti olmayabilir. Yani demokrasi laikliği kapsar; fakat, laiklik demokrasiyi ille de kapsamaz...
***
Buralara nasıl ve neden geldik?
Cumhuriyetimiz, endüstriyel bir kalkınmanın sonucu burjuvazinin önderliğinde İmparatorluğa ve emperyalizme karşı verilmiş bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu değil; Kurtuluş Savaşımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün, zafer kazanmış bir komutan olarak yaptığı bireysel tercihi sonucu kurulmuş bir cumhuriyettir…
Bu Cumhuriyet, olmayan burjuvaziyi, endüstriyi ve henüz uluslaşamamış bir ümmetten millet ve aynı zamanda bu topraklarda “tek millet ve tek din” yaratmak gibi bir misyonu devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışmıştır...
Her ne kadar, bu devletin anayasasında değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddelerinden biri “laik”lik olsa da; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, AB, standartlarında “laik bir devlet” değildir…
Laik bir devlette… tekbir dinin, tek bir mezhebin öğretimini ve finansmanını merkezi idare bütçesinden karşılayan, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir anayasal kurum olamaz. Böyle bir kurumun olduğu devlet ise, “laik bir devlet” olamaz.
Laik bir devlette, ne böyle bir kurum olur; nede merkezi idare bütçesinden aldığı payla, yüz binin üzerinde bir kadroyu istihdam eden ve nede devletin okullarında “zorunlu din dersleri” olur… Hele de bu eğitim yalnızca belli bir din ve mezhebin öğretildiği zorunlu bir eğitim ise…
***
“Osmanlı Devleti'nde din işleri Meşihat Makamlığı'nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü. 1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümetinde Meşihat, "Şer'iye ve Evkaf Vekâleti" adıyla "Bakanlık" olarak yer almış, 1924 'e kadar da bu statü aynen devam etmiştir.
Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle 3 Mart 1924 tarihinde Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (Kaynak D.İ.B. Resmi Sitesi)
Diyanet İşleri Başkanlığı ilk defa 27 Mayıs darbesi sonucu yapılan 1961 anayasası ile anayasal bir kurum haline getirilmiştir. 1920’den 1961 tarihine dek farklı isimler ile varlığını sürdüren bu kurum, 1982 anayasasına da girmiştir.
***
1945’lerde başlayan soğuk savaş sonucunda; batı, Sovyetlere karşı bir “yeşil kuşak” oluşturma projesi geliştirmiş. Bunun sonucu da, batının büyük desteğini almıştır, milliyetçi mukaddesatçı çevre… Yani un var, yağ var geriye helva yapmak kalıyor…
Bu tarihsel ve konjoktürel temele dayanarak helvacılar derhal göreve başlıyor ve bayrağı daha da yükseklere çekiyorlar…
“Necmettin Erbakan "Ben mi açtım imam hatip liselerini" diyor. Doğru o açmadı. Kim açtı, Demirel açtı. Yani laik olduğunu iddia eden politikacı açtı. Cevdet Sunay (eski Genel Kurmay Başkanı ve dönemin Cumhurbaşkanı-a.s.) 1968'de beyanat veriyor Diyor ki; "Biz ülkeyi bu solcu gençlere, bu komünistlere mi emanet edeceğiz. Hayır. Biz ülkeyi milliyetçi mukaddesatçı, İmam Hatip mezunu gençlere emanet edeceğiz" diyor.(Küreselleşme Bağlamında Türkiye /E.Kongar / 2001)
Bu adımlarlarla güvenlik milliyetçilere, dinde mukaddesatçılara emanet ediliyor devlet aracılığı ile... Son günlerin popüler haberleri, ülke gündemi: “E” Muhtıralarla, “Y” Muhtıralarla meşgul olması. Ordunun da, yargının da temel gerekçesi iktidarın, “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olması…” Dikkat edin bu cümleye:”Gerek askeri, gerek sivil; gerekse sağ, gerekse sol hükümetler döneminde dokunulamayan tabulardan biri İncirlik Üssü, biride Diyanet İşleri Başkanlığı…”
Bu kurumları mukayesemizdeki tek sebep yalnızca, hükümetler üstü devletin bir politikası olduğuna ve bu muhtıraların ve aynı zamanda din istismarcılarının asıl gerekçesinin “laik devleti” koruma yada yıkmanın dışında bir anlamı da olduğuna dikkat çekmek içindir… Tartışma konusu dahi yapmadığımız bir noktadır, Diyanetin hitap ettiği kitlenin inancının saygınlığı…
İkinci Dünya Savaşı sonunda 1945’te başlayan soğuk savaş, 1990’larada, Sovyetlerin çözülmesi ile son bulmuştur. Milli Güvenli Konseyi ancak bundan yedi sonra bunu kabul etmiş ve ”artık komünizmin bir açık ve yakın tehdit olmadığını” bildirisine koymuştur... Fakat, dış destekte azalmasına rağmen, hala “yeşil kuşak” harekatının kaynağı olarak muhafaza edilen Diyanet’e verilen destek, 18 yıldır değişen konjoktüre ve tam aksine demokrasiye verilen dış desteğe rağmen devam diyor…
Bunun bir boyutu, dünyadaki değişime ayak uyduramayan muhafazakar “asker sivil, elit” kesimin, hala “tek millet, tek din” politikasındaki ısrarıdır… Daha dünün Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş paşa bile, “Kürtleri yok saymakla doğru bir politika izlemedik,” diyor; fakat devlet üzerinde etkili bir güç olan bahsedilen o çevre hala: “Bu ülkenin %99 Müslüman’dır ve Türk’tür,” tezinden vaz geçemiyor… Göremiyorlar ve gördüklerini de kabul edemiyorlar; Türk, Türk demekle Kürtleri Türk edemediklerini ve edemeyeceklerini; Müslüman Müslüman demekle de Alevileri… Müslüman edemediklerini ve edemeyeceklerini…
Bunlar kadar önemli olanda bu çevrenin, yurttaşının kendi kimliğini ve aidiyet duygusunu, inancını kendisinin tanımlamasına ve yurttaşının bu tanımına saygı duymakla ve yurttaşının tanımına güvenceler sağlamakla uygar devletlerin bölünmediğini, din devletine dönüşmediğini görememesi ve gördüklerine de inanamamasıdır…
Bir inancın bir başka inancı, inançsızın inançlıyı, inançlının inançsızı tanımlamaya, kendi kalıbına dökmeye çalışması, buna da devletin taraf olması, inanç özgürlüğünün ve herkesin kanunlar karşısında eşit olduğunu varsayan temel bir insan hakkının olduğu kadar, aynı zamanda laiklik ilkesinin de ihlalidir...
Din inanç ve vicdan özgürlüğü; bir dinin bir başka dine yada inançsıza olduğu gibi devlet idaresine de müdahale etmemesi ile sınırlıdır. Çünkü, bu özgürlüğün bir hak olarak kabul edilmediği ve farklılıkların kendi tanımlarına saygı duyulmadığı sistemlerde kin, nefret, düşmanlık duygularının oluşması ile anarşinin, çatışmanın ününe geçebilmek pekte mümkün gözükmemektedir…
Bu gün beni tanımlamayı sen meşru görürsen, yarında benim seni tanımlamayı ve kalıba dökmeyi meşru görebilmemin ve başka bir günde o'nun, beni ve seni kalıba dökebimesinin meşru zeminini hazırlamış olursun. Böylesi bir ortamda uzun vadede her tarafta kayıp eder…”
Görüntü odur ki, "bu kavganın asıl taraflarının gerçekten laikler ile dindarlar arasında olmadığıdır." Değişimin ve gelişimin önündeki bu engellemenin bir kısmı dünyayı iyi okuyamamak olsa da; bir kısmı da varlığını ve gücünü bu yapının muhafaza edilmesinden, sürdürülmesinden alan oldukça güçlü olan bir çevrenin menfi direnişi yada bu çevrelerin kendi kişisel ve gurupsal istikballerinin, ülkemizin çağdaş normlarla yönetilen, “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” olmasının önüne geçmesidir...[1]
Hatırlanacağı üzere, Alevilerin bir kısmı kendini İslam’ın içinde, bir kısmı ise dışında görür. Kendini İslam’ın içerisinde gören Alevilerin dahi cemaati camide değil, cem evlerinde bulunur ve onların namazdan anladığı ve pratiği ise “halka namazı”dır.
Alevi beldelerine, orada yaşan Alevilere sormadan Cami yaptırmak, memur imam göndermek ve online ezan okutmak, “temel bir insan hakkı olan, inanç özgürlüğü bağlamında, bu devletin bir kısım yurttaşlarının kendi inancını tanımlama hakkının ihlal edilmesi değildir yalnızca, hatta aynı zamanda onları asimile etme çalışmasıdır da…
Bir durumun yasal ve anayasal bir açıklaması olsa da; çağdaş dünyanın değerlerine ters, karşı bir süreçtir bu yapılanma. Girmeyi taahhüt ettiğimiz AB’nin: Kopenhag Siyasi Kriterleri, A.İ.H.M. Kararları, Temel Haklar Şartı, A.B. İnsan Hakları Sözleşmesi… Gibi normlarına tezat oluşturmaktadır…
Dünyalı, uygar dünyanın bir parçası olabilmenin biricik yolu, uygar dünyanın değerlerini içselleştirebilmekten ve “laik Cumhuriyetimize, evrensel ölçekte hukuk ve demokrasi eklemekten” geçer.
Daha çok özgürlük ve daha çok zenginlik ancak; referansını çağdaş dünyadan alan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin kurum ve kurallarının, bu ülke insanın da toplumsal hayatının normları haline dönüştürülmesi ile mümkündür. Şeriat, darbe ve muhtıraların önüne geçebilmenin biricik yolu, bu gün için bu görülmektedir.
a.s.
27 Mayıs 2008
[1] “…Yasa tasarısının en önemli ve kanımca ortalığı ayağa kaldırması gereken yeri TMSF’nin Hazine’ye olan yaklaşık 90 milyar YTL dolayındaki borcunun terkin(yani, üzeri çizilecek.-a.s.) edilmiş olması. Meseleyi biraz daha açalım. 1990’larda ve özellikle ikinci yarısında tavan yapan bir sistemle özel ve kamu bankalarının içleri boşaltılıyor, bu boşaltma işlemi özel bankalarda sahipleri tarafından, kamu bankalarında ise, kısmen görev zararı ismi altında siyasetçi-bürokrat-işadamı (!!!) marifetiyle gerçekleşiyor ve bu iğrenç sistem, bütçe açıklarıyla beraber ülkeyi hızla 2001 krizine taşıyor. 2001 krizi sonrası meseleye neşter atılıyor ama operasyonun kaçınılmaz sonucu içleri boşaltılmış bankalara Hazine kağıtları (DİBS) konuyor, bankaların yapıları düzeltilmeye çalışılıyor, özel batık bankalar TMSF’ye devrediliyor ve bu kağıtlar TMSF’nin Hazine’ye borcu haline geliyor. TMSF gerçekten zorlu bir süreçle bu paraların bir bölümünü kurtarmaya çalışıyor ama bu çabanın çok yetersiz kalacağını herkes çok iyi biliyor ve sonuç olarak milyarlarca dolar borç (faizleriyle beraber anlaşılan 90 milyar YTL’yi bulmuş) TMSF’nin ve nihai olarak da vergi mükelleflerinin sırtında kalıyor. ….Özellikle özel bankaların içlerinin vergi mükellefi yani yurttaş aleyhine boşaltıldığı dönem tam da 28 Şubat dönemiyle üst üste oturuyor; bu dönem de dönemin yargı mensuplarının otobüslerle Genelkurmay’a taşındığı ve rejimin içinde bulunduğu tehlikeler üzerine brifinglerin verildiği dönem. Ve o dönem boyunca kimse rejimi bekleyen en büyük tehlikenin soyulan 90 milyar YTL(65 Miyar Dolar civarı.-a.s.) olduğunu dile getirmiyor; bugünün Yargıtay Başkanlar Kurulu üyeleri de muhtemelen 1997-1998 yıllarında üst düzey yargısal görevlerdeler ve yine muhtemelen brifing alma sürecinin birer parçaları durumundalar” (Eser KARAKAŞ / 23 Mayıs 2008- Star Gazetesi)
Bunlar kadar önemli bir nokta ise, Ege Bank skandalının devlete maliyetinin altı milyar ytl civarı olmasına rağmen, bankanın sahibi olan Murat DEMİREL’in para ve hapis cezası ile ilgili dosya Yargıtay’da kayıp oluyor. Karşı tarafın avukatları zaman aşım süreci dolacak diye Yargıtay’a tekrar müracaat ediyor… Buna rağmen, zaman aşım tarihi dolduktan sonra dosya bulunuyor. Gerekçe, sonuçlanmış dava dosyaları arasına yanlışlıkla karışarak, çuvala basılıp arşive konulmuş olduğu şeklindedir. Sonuç olarak, zaman aşımı dolaysı ile hapis ve para cezası kağıt üzerinde kalmıştır…

Hiç yorum yok: