6 Haziran 2008 Cuma
Doç. Dr. Serap Yazıcı: Bu, yargıçlar devleti kurulması süreci
"Hukukçular ayaklanması yaşıyoruz. Yargı, halkla seçkinlerin iktidar kavgasında, 'hukuk'un değil, seçkinlerin yanında yer alıyor. Yargı, sosyolojik olarak değil ama zihniyet olarak seçkinci çünkü.""2007 nisanından beri bir hukuksuzluk savaşı içindeyiz. Yargı da, Silahlı Kuvvetler de bu hukuksuzluk sürecinin parçası oldular, siyasallaştılar. Vatandaşların bütün güvencelerini sona erdirecek çok riskli bir durum bu.""Yüksek Yargı, hukuka uymazsa ne yapmak gerekir? Toplum bu hukuksuzluğu nasıl önleyebilir? Bu, Türkiye’nin çözemediği en köklü sorun. Yargıyı, hukuka bağlılığı sağlamak için reformize etmeliyiz."NEDEN ? SERAP YAZICIFırtına gibi bir hafta yaşadık. Yargıtay’ın muhtırası yayınlandı, ardından Danıştay ona katıldı ve onun da ardından üniversite yönetimleri bu iki kurumu destekledi. Yargıtay yayınladığı muhtırada açıkça suç işleyerek, Anayasa Mahkemesi’nde sürmekte olan bir davayı etkilemeye kalkıştı. Türbanla ilgili anayasa değişikliği yapan parlamentonun “engellenmediğinden” yakındı. Yargının, siyasete bu derece bulaşması, toplumsal bir tartışmada böylesine açık bir şekilde taraf olması, onun “hakem” olma işlevini zedeledi. Yargı, hukuku nasıl çiğneyebilir? Hukuku çiğnediğinde bunun cezası nedir? Yargı neden siyasallaşır? Siyasallaşmanın sonucunda ne yaşanır? Yargıya bu cüreti ne veriyor? Bütün bunları Anayasa hukukçusu Doç. Dr. Serap Yazıcı’yla konuştuk. Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan ve Prof. Ergun Özbudun’un başkanlığında sivil anayasa taslağını hazırlayan ekibin içinde yer alan Doç. Dr. Serap Yazıcı'nın özellikle laiklik konusunda çok sayıda yayını var.NEŞE DÜZEL: Bizim üst düzey yargı bürokrasisinde tuhaf bir hareketlilik ortaya çıktı. Önce Yargıtay, ardından Danıştay birer ‘muhtıra’ yayınladı. Bunlar, hukuki olmaktan ziyade siyasi metinler. Niye bizim Yargı siyasete müdahale etmek istiyor? Doç. Dr. SERAP YAZICI: Yargının bu tutumu yeni değil. Gerçi bugün en yüksek düzeyine ulaştı ama, 1961 Anayasası’ndan beri sürüyor bu tutum. Çünkü biz, temsili demokrasinin gerektirdiği siyasal kültüre sahip değiliz. Anlamadım... Cumhuriyet’in kuruluşunda belirleyici olan seçkinler, halkın serbest iradesiyle belirlenen siyasal organlara karşı güvensizlik besliyorlar. Halkın kendi geleceği için doğru tercihler yapabileceği kanısında değiller. Bu yüzden de bu tercihleri denetliyorlar ve bu denetimi de son derece meşru telakki ediyorlar. Yargı da bu denetim rolünü yerine getiren organlardan biri oluyor. Yargının siyasete müdahalesi niye 1961 Anayasası’yla başladı peki? Çünkü 27 Mayıs müdahalesini yapanlar, tüm dikkatlerini iktidarı sınırlamaya ve azınlık haklarını korumaya odakladılar. Yani azınlık haklarının korunmasını sağlayan bir anayasal düzen yaratmaya odaklandılar. Azınlık kim? Cumhuriyet’in kurucuları... Çünkü Cumhuriyet’in kurucuları 1950-60 yılları arasında artık iktidarda değillerdi. Hem toplumsal hem siyasal anlamda azınlıktılar artık onlar. Dolayısıyla 1961 Anayasası, seçilmiş iktidarı sınırlamak isteyen bir anlayışla hazırlandı. Yargı burada yasama ve yürütmenin iktidarını sınırlamanın bir güvencesi olarak algılandı. Böylece devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında bir hiyerarşi yaratıldı. En tepede yargı yer aldı. Oysa Batı’da “kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” dendiği zaman bu üç temel organ eşit konumdadır ve yetkilerini anayasal sınırlar içinde kullanmakla yükümlüdürler. Sonra 1980 darbesi oldu ve 1982 Anayasası hazırlandı. Yargı hâlâ hiyerarşide tepede mi? Bu zihniyet hâlâ belirli bir kesimde hâkim. Bu kesim, “hukuk devleti”nden sadece yasama ve yürütme organlarının hukuk kurallarına uygun davranmasını anlıyor. Yargının gerektiğinde hukuk kurallarının dışına çıkma yetkisine sahip olduğunu düşünüyor. Ayrıca bu kesim, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden de yargının üstünlüğünü ve mutlak bağımsızlığını algılıyor. Böyle hukuk devleti olunamaz. Aslında Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hâkim olan anlayış vesayetçi demokrasi anlayışıdır. Biliyorsunuz... Cumhuriyet’in kurucusu asker ve sivil bürokratlardır. CHP bünyesinde şekillenmiş olan elitlerdir. Vesayetçi anlayış nedir? Seçilmiş makamların iradesi üzerinde sınırlama yapmayı meşru gören bir anlayıştır bu. Bizde bu vesayetçilik, MGK gibi bazı kurumlar ve mekanizmalar oluşturularak bir anayasal yönetim modeli haline getirildi. Ama bugünün çağdaş uygarlığı ve Avrupa Birliği, temsili demokrasiyi emrediyor. Vesayet demokrasisini değil. Yargıtay, yayınladığı muhtırayla parlamentonun kararlarını eleştiriyor. Türban yasasıyla ilgili olarak, “engellenemeyen bir hızla geçti” gibi cümleler yazıyor. Yargıtay’ın, parlamentonun kararlarına böyle bir muhtırayla karşı çıkma hakkı ve görevi var mı? Hayır, kesinlikle yok. Yargı siyaset sürecine müdahale anlamını taşıyan bildiriler yayınlayamaz. Hiçbir gerekçeyle yasama ve yürütme organlarının iradesini yönlendirmeye teşebbüs edemez. Ayrıca hiçbir gerekçeyle de böyle bir tutumu meşru gösteremez. Çünkü böyle bir bildiri yayınlarsa, kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal ederek, yasamanın alanına tecavüz etmiş olur. Çünkü kuvvetler ayrılığı kuralı, her devlet organının sadece kendisine sunulmuş yetkileri kullanabileceği bir sistemdir. Yargının anayasal yetkisi de kendisine intikal eden hukuki uyuşmazlıkları hukuk kurallarının içinde karara bağlamaktır. Ama maalesef Türkiye kuvvetler ayrılığı da dâhil olmak üzere her kavramı keyfi olarak değerlendiriyor. Nitekim Batı demokrasilerinde bir fren ve denge sistemi olan kuvvetler ayrılığı, bugün Türkiye’de organlar arası kavgaya dönüştü. Türkiye sonuçları çok vahim olacak bir süreçte yol alıyor. Sizce bu sürecin sonuçları ne olur? Bizim bu kavga ortamında artık hukukun üstünlüğünden söz etmemiz mümkün değil. Oysa bireyler, ancak bir hukuk devletinde geleceğe güvenle bakarlar. Çünkü devlet organlarının hukukla sınırlandığını görürler ve böylece hukukun üstün olduğunu ve kendi haklarının garanti edildiğini bilirler. Bizim ise yarınlara güvenle bakmamız mümkün değil. Çünkü burada bir kaos ortamı hâkim. Geçen yıl nisan ayından beri biz bu ülkede bir hukuksuzluk savaşı yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararından beri mi?Evet. Maalesef Yargı da, üzülerek söyleyeyim Silahlı Kuvvetler de bu hukuksuzluk sürecinin bir parçası oldular. Bu atmosfer içinde Silahlı Kuvvetler de, Yargı da siyasallaştılar. Oysa demokratik bir hukuk devletinde özellikle bu iki kurumun siyasetten çok uzak kalması gerekir. Silahlı Kuvvetler’in siyasallaşması Türkiye’nin bağımsızlığı ve geleceği bakımından çok risklidir. Silahlı Kuvvetler’in siyasallaşması demek, yurt savunması hizmetini siyasi saiklerle yapması demektir ki bu durum gerçekten çok risklidir. Çünkü Silahlı Kuvvetler içinde görüş ayrılıkları olduğu takdirde bu iktidar kavgası yurt savunmasından daha önemli bir hale gelebilir. Yargının siyasallaşması ne sonuç verir peki? O da çok tehlikeli. Çünkü bir hukuk devletinde vatandaşların yegâne güvencesi yargıdır. Yani yasama ve yürütme organlarının hukukla sınırlanmasının güvencesi yargıdır. Eğer yargı siyasallaşırsa, güvenilebilecek başka bir kurum olmadığı için vatandaşların bütün güvenceleri sona erer. Bugün Türkiye’de maalesef vatandaşın yargıya olan güveni aşındı. Çünkü yargı siyasallaşıyor ve tarafsızlığını kaybediyor. Yargı siyaset sürecinin bir parçası haline geliyor. Türban yasası Anayasa Mahkemesi tarafından görüşülecek. Yargıtay bu son çıkışıyla Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karara da müdahale etmiş olmuyor mu? Elbette. Oysa anayasamızın 18. maddesine göre hiçbir organ ve makam yargıya tavsiye ve telkinde bulunamaz, emir ve talimat veremez. Yargıtay’ın bildirisinde ise bir tür tavsiye ve telkin var. Anayasa Mahkemesi’nin türban konusunda ne tür bir karar vereceğini bilmiyoruz ama, Yargıtay’ın bildirisindeki ifadeler, Anayasa Mahkemesi’ni anayasada yer almayan bir yetkiyi kullanmaya davet eden bir şekilde. Yani türbanla ilgili anayasa değişikliğini esas yönünden denetlemeye davet eden bir şekilde... Oysa Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini içerik yönünden denetleyemez. Sadece şekil yönünden denetleyebilir. Anayasa Mahkemesi’nin görüşeceği bir davaya böyle bir muhtırayla açıkça müdahale etmek suç değil mi? Elbette. Yargı böyle bir müdahalede bulunamaz. Yargı mensupları da diğer devlet yetkilerini kullananlar gibi hukuka uygun davranmakla yükümlüler. Yargıtay suç işlerse ne olur? Yargılama söz konusu olamaz. Çünkü tıpkı parlamenterler gibi devlet memurlarının da, yargı mensuplarının da dokunulmazlık güvenceleri var. O güvence, kovuşturmaya engel oluyor. Çünkü kovuşturma özel bir prosedüre ve izne tabi bulunuyor. Kimseyi itham etmek istemiyorum ama... Yargıtay’ın bildirisi için bir yargılama söz konusu değil. Çünkü Yargıtay Başkanı’nın izni gerekiyor. Oysa Yargıtay Başkanı’nın kendisi de bu bildiriye imza attı. Görülüyor ki Türkiye’de dokunulmazlık sadece parlamenterlerin sahip olduğu bir güvence değil. Eğer dokunulmazlıklarla ilgili bir düzenleme yapılacaksa meseleyi tüm dokunulmazlık güvencesine sahip herkes bakımından ele alınmalı. Aslında ortaya hukuk açısından daha temel bir sorun çıkıyor. Eğer bizzat Yüksek Yargı, hukuka ve yasalara uymazsa ne yapmak gerekir? Toplum bu hukuksuzluğu nasıl önleyebilir? Bu, Türkiye’nin içinden çıkamadığı en köklü problemlerden biri. Çeşitli kararlar Yargı’nın tarafsız olmadığını gösteriyor. Üstelik bu yeni bir olgu da değil. 1961 Anayasası’ndan beri Türkiye böyle bir sorunla karşı karşıya. Mesela Anayasa Mahkemesi de görevini 1961’den beri hep vesayet zihniyetiyle yaptı. Anayasa değişikliklerini şekil yönünden denetliyorum gerekçesiyle aslında hep esas yönünden denetledi. Biz bugün Cumhuriyet’in vesayetçi organlarını vesayetçi rollerini çok derinleştirdikleri bir sürece tanıklık ediyoruz. Yargı’yı hukuka bağlılığını ve tarafsızlığını garanti edecek bir perspektifle yeniden yapılandırmak ve reformize etmek gerekiyor. Şunu unutmamalıyız. Bir ülkede çok iyi hukuk düzenini kurmak için en uzman kadroları görevlendirebilirsiniz. Ve bu uzman kadrolar dünyadaki tecrübelerden yararlanarak kusursuz bir hukuk düzenini yaratabilirler. Ama gene de o hukuk sistemini yaşatacak olan insan unsurudur, uygulayıcılardır. Eğer uygulayıcıların zihniyetini değiştirmezseniz... Sonuç ne olur? Ne yaşanır? Bütün reform teşebbüsleri sonuçsuz kalır. 1982 Anayasası yürürlüğe girdiği günden beri eleştiriliyor. Bu anayasanın otoriter, yasakçı, vesayetçi olduğu hepimizin malumu ama şunu çok açık söyleyeyim. Eğer bu anayasa bugüne kadar gerçekten anayasanın üstünlüğü kuralına ve hukuk yöntemlerine bağlı kalarak uygulanmış olsaydı bu otoriter anayasaya rağmen Türkiye’de çok daha demokratik bir anayasa düzeni kurulmuş olabilirdi. Pek çok da sorun yaşanmazdı. O zaman Türkiye’deki sorun Anayasa değil mi? Değil. Sorun zihniyet meselesi. Bunun en yakın örneği 367 kararıdır. Bakın... 1982 Anayasası kusurlu ama o anayasanın en kusursuz düzenlemesi de cumhurbaşkanlığı seçimi. Çünkü 12 Eylül öncesinin en temel sorunu cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Bu yüzden Konsey yönetimi öylesine mükemmel bir hüküm kaleme aldı ki, o hüküm çerçevesinde cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin krize dönüşme olasılığı ortadan kalktı. Ama geçen yıl cumhurbaşkanlığı süreci krize dönüştü. Nasıl dönüşebildi peki? Çünkü hukuk kuralları siyasi saiklerle çarpıtıldı. Bu çarpıtmaya, anayasanın üstünlüğünün bekçisi olarak kurulan Anayasa Mahkemesi de dâhil oldu. Anayasa Mahkemesi böylece kendi varlığını ve meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Bugün yaşanan bir çöl fırtınası gibi bir şey. Bütün kurumlar artık anayasal yetkilerini bir kenara bırakarak kendi içlerindeki öfkeyi dile getiriyorlar. Yargıdaki öfke neyin öfkesi sizce? Bu çok çok derin bir öfke. Türkiye çok hızlı bir değişimden geçiyor. Bu süreçte para dâhil çok şey el değiştiriyor. Siyasal iktidar el değiştiriyor. Türkiye’de Cumhuriyet’in yerleşik elitleriyle AKP’nin temsil ettiği yeni elitleri arasında bir iktidar kavgası yaşanıyor. Ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington 1970’lerdeki makalesinde Türkiye’deki tek parti yönetimini “dışlayıcı” olarak sınıfladı. Tek parti yönetimini kuran elitler, “Köylü milletin efendisidir” dediler ama aslında köylü ve geleneksel kitleleri modernleşme politikalarından dışladılar. Türkiye 1950’den bu yana dışlanan kitlelerin yani “çevrenin” dönem dönem merkeze taşınma sürecine tanıklık ediyor ve çevre merkezde her güç kazandığında... Ne oluyor, ne yaşanıyor? Seçkinlerle halk arasında çok güçlü bir siyasi gerilim, çatışma yaşanıyor. Bugün de seçkinlerle halk arasındaki böyle bir çatışma yaşanıyor. Yargı da hukukun yanında yer almalıyken seçkinlerin yanında yer alıyor. Çünkü Yargı da sosyolojik olarak tartışılabilir ama zihniyet olarak seçkinci. Bugün bir yargıçlar devleti kurulması süreciyle karşı karşıyayız. Bu, demokrasiden uzaklaşmak demektir. Hürriyetlerin güvencesiz olduğu bir yönetim modeli ve yönetimde keyfilik demektir. Bir yargı oligarşisinin hâkim olduğu bir sistemdir bu. Bunu demokrasi olarak tanımlayamayız. Demokratik bir sistemde kurumların görev alanlarının dışına çıkması halinde alınacak tedbirler mevcuttur. Bizde yargının alanı ve bunun dışına çıkılması halinde yapılacaklar net bir şekilde belli midir? Yargının alanı bellidir ama bu alanın dışına çıktıklarında bu sorunun çözümü yoktur. Türkiye’de Yargı kendini yasamanın ve yürütmenin üstünde mi görüyor? Zihniyet olarak tabii. Oysa kuvvetler ayrılığında hiçbir devlet organı diğerine karşı üstün olamaz. Laik değerlere inanan çevrelerle laik değerleri aşındıracağı düşünülen çevreler arasında bir çatışma var bugün. Elbette demokrasi laiklik ilkesi olmaksızın kurulamaz. Laiklik demokrasinin ön koşullarından biridir. Ama laikliği korumak adına demokrasinin ön koşullarından biri olan hukuk devletinden vazgeçmek de meşru değildir. Anayasamızın ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti devleti laik bir hukuk devletidir” deniliyor. Şu halde ikisinden de taviz verilemez, biri diğerine feda edilemez. Yargıtay, tam üyelik görüşmelerini sürdürdüğümüz Avrupa Birliği’ni de “yabancılar” olarak görüyor. Hâlbuki AB, bizim hukuk konularında da ortak olup, değerlerini kabul etmeye hazırlandığımız bir yapı. AB’nin bütün üyeleri birbirini denetleniyor. Avrupa’ya düşman bir yargı sistemiyle nasıl AB üyesi olacağız? Bu imkânsızdır ama... Biliyorsunuz Kopenhag Siyasi Kriterleri hukukun üstünlüğünü, insan haklarını genişletip güvence altına almayı ve hukuk devletinin ve temsili demokrasinin tüm mekanizmalarını kurup işletebilmeyi gerektiriyor. Bütün bunları kabul ettiğinde Türkiye’deki vesayetçi demokrasi temsili demokrasiye dönüşecek. Aslında bu ne demektir? Karar alma sürecinde halkın temsilcilerinin, yani seçimle belirlenmiş olan yasama ve yürütmenin belirleyici olduğu bir yapının kurulması demektir. Yani seçkinci zihniyetin bugüne dek sahip olduğu rolü, etkiyi kaybetmesi demektir bu. Bizim yargının verdiği kararlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittiğinde, neredeyse her seferinde bu kararların hukuka uymadığı sonucu ortaya çıkıyor. Bizim hukukumuz ve hukukçularımız neden evrensel hukukun kriterlerine uymuyor? Cevabı çok basit. Çünkü Türkiye’nin hukuk düzeni 12 Eylül yönetiminin yarattığı hukuk düzenidir. Bu düzen otoriter ve yasakçıdır. Avrupa hukukuna hâkim olan demokrasi değerlerinden çok uzaktadır. Anaya bugüne dek pek çok değişiklik geçirdi ama 12 Eylül yönetiminden devralınan ağır otoriter mirası kısmi değişikliklerle tasfiye etmek ve Anayasa’ya liberal ve demokrat bir içerik kazandırmak kolay değil. Hâlâ o otoriter miras tasfiye edilemedi. Bakın... Türkiye’de 1961’den beri 24 parti kapatıldı. Sadece bu bile sahip olduğumuz hukuk düzeninin ve uygulayıcılarının zihniyetini göstermeye yeterli. Yargı, parlamentonun karlarına karşı çıkıp muhtıra vererek, halkın iradesine de karşı çıkmış oluyor. Bir yargı sistemi kendi toplumunun iradesiyle çatışabilir mi? Çatışamaz. Böyle bir çatışma, demokrasinin sonunu hazırlayacak bir ortam yaratır. Türkiye’de demokrasi mekanizmasının bir kısmı nispeten işliyor. Siyasi partiler nispeten serbest ve yarışmacı bir seçim sistemiyle seçiliyorlar. Halktan programları için destek alıyorlar ama iş başına geldiklerinde o politikaları serbestçe uygulayamıyorlar. Seçilmemiş kadroların icazetine tabi oluyorlar. Onlardan icazet alamazlarsa politikalarını uygulayamıyorlar. Eğer uygularlarsa muhtıralar ortaya çıkıyor. Bunun adı demokrasi değildir, manipülasyondur. Yargıtay’dan sonra Danıştay da bir muhtıra yayınlayarak Yargıtay’ı destekledi. Bir hukukçular ayaklanması mı yaşıyoruz? Evet. Türkiye’de bugüne dek bu tür müdahaleler Silahlı Kuvvetler’den gelirdi. Geçen yıl cumhurbaşkanlığı sürecinde Silahlı Kuvvetler ve Yargı koalisyonu vardı. Şimdi ise yeni bir durumla karşı karşıyayız. Tümüyle Yargı’nın üstlendiği bir süreci yaşıyoruz. İnşallah bundan sonrası bütün devlet organ ve makamlarının hukukun sınırları içinde kalmaya gönüllü oldukları bir uzlaşma ortamını getirir bize. Uzlaşma ortamı, böyle muhtıralarla gelir mi? Çok zor. İki ihtimal var. Ya uzlaşma olacak. Bu çok zayıf bir ihtimal. Ya da bu hukuksuzluk tırmanacak ve kaosun hâkim olduğu bir durum doğacak. Bunu hiç temenni etmiyorum. Çünkü böyle bir tablo ne Yargı’nın, ne Silahlı Kuvvetler’in, hiç kimsenin menfaatine değil. Danıştay Genel Sekreteri 27 Mayıs darbesini açıkça övmüştü. Darbeyi öven bir hukuk sistemi olabilir mi? Hayır olamaz. Türkiye’de şu anda bir iktidar kavgası yaşanıyor ve hukuk bu çatışmaya alet ediliyor, hukuk çarpıtılıyor. 1961 Anayasası Türkiye’nin sahip olduğu en demokratik anayasaymış gibi görünüyor ama bu anayasanın yapım süreci de, kendisi de demokratik değil. Bu anayasayla yaratılan vesayet organları demokrasiyle bağdaşmıyor. Demokrasiyi kurmak ve güçlendirmek adına darbeyi teşvik eden çevrelerin hiçbiri gerçekten demokrasiye inanmıyorlar. Çünkü demokrasi darbelerle kurulamaz. Bizim yargı sistemi nasıl bir Türkiye istiyor? Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hâkim olan vesayet zihniyetinin meşru gördüğü sistemi arzu ediyor. O sistemin iki önemli unsuru var. Birincisi devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kavramıyla şekillenen katıksız ulus devlet anlayışı. İkincisi, tavizsiz bir laiklik anlayışında şekillenen bir siyasal yapı. Devletin bölünmez bütünlüğü, farklılıkları ifade etme hürriyetini ve örgüt kurma özgürlüğünü tümüyle göz ardı etmek anlamına geliyor. Peki, Türkiye’de laiklik gerçekte ne anlama geliyor? Laiklik din ve devlet otoritesinin birbirinden ayrılmasını ve vatandaşlara din hürriyetinin tanınmasını icap ettiriyor ama Türkiye’de bunun aksi yaşanıyor. Devlet ve din otoritesinin birbirinden ayrıldığı bir sistem yok Türkiye’de. Aksine din alanı, devlet aracığıyla kontrol ediliyor. Diyanet İşleri başkanlığı laikliğin özüyle çelişiyor. Bu kurum sadece Sünnilere hizmet ediyor ve diğer inanç gruplarını dışlıyor. Dolayısıyla Türkiye’de bugünkü laikliği savunmak yerine gerçek bir laik sistem kurmak gerekiyor. Çünkü dünyada böyle laik bir düzen yok. Bizim kendimize özgü olarak yarattığımız bu laiklik üstelik bir din haline gelmiş durumda. Belirli kesimler ve seçkin zümreler bu laiklik dinine kayıtsız ve şartsız olarak tapıyorlar. Peki, yargı, toplumun taleplerinin farkında mı? Zannetmiyorum.26.05.2008
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder